

Fiyortların Kıyısında
2. kısım

İlk esmerim
Bu kez kıyıya biraz daha yakın bir noktada yer almamıza karşın, ilk salmada 100 metreyi aşkın ip sağmış olmak tuhaf bir duyguyu da beraberinde getirdi. Her şey iyi güzeldi; ama gerçekten kafalı bir balığa bulaşmam durumunda, 50 kalibrelik bir makineyle bu kadar ipi sarmak eğlenceli oluşu kadar riskliydi de. Risk mi dedim!.. Demez olaydım! İkinci sette daha meraya ısınamadan iki büklüm hâldeki kamışımın tarttığı takım yüz küsur metre altımda gezmeye başlamıştı bile. Bu kez benden önce Sebastian, “Yine mi?” diyerek bastı kahkahayı ya, susup durulur mu artık!
Şimdi dümen başında oturan Tallat’a doğru dönerek, “Stian’a söyle kepçeyi hazırlasın; bu iyi bir parça.” diyebildim. Hakikaten balık iyiden iyiye yükleniyor derinliğinden kopmak istemiyordu. Birkaç dakikalık o en güçlü mücadelemiz hız kaybettiğinde, habire cırlayan ambreyajı biraz daha sertleştirip makineye yüklendim. Az evvelkinden farklı olarak, bu balık daha heyecanlı davranıyor ve sürekli kafa atıyordu. Belli ki morinadan huyca uzak bir balığı karşılayacaktım. Öyle de oldu. Yaklaşık 6-7 dakikalık dur-kalklı sarımın ardından, yüzeye getirdiğim parlak bakır rengi esmer gövdesiyle lacivert denizin yüzünde öylece seriliverdi. Olabildiğince açılmış galsamasıyla yüzeyde nefeslenen balık birkaç cılız kuyruk vuruşunun ardından teslim olmuşçasına Stian’ın kepçesine kolayca girivermişti! Bu gerçekten güzel ve tatminkâr ölçülerde bir esmer mezgitti (Pollachius virens) ve hepsinden mühimi benim ilk esmerimdi. Balığı iğneden kurtardığımda kucağıma yatırıp uzun uzadıya inceledim. Benim denizlerime yabancı bu tür için söyleyebileceğim tek şey, metalik yansımalı bakır renginin üç görkemli sırt yüzgecine sahip bir balığı ancak bu denli güzel kılabileceğiydi.
Aniden bastıran yağmurla birlikte tekne düzenimiz biraz bozulduysa da takip eden bir saat içerisinde iki esmer mezgit daha yakalayarak 5 kişilik etkinliğin tüm balıklarını tutmayı başarmış, yolun başında marifetimi sorgulayan Stian’a bu skorla en güzel cevabı vermiş olmanın keyfini çıkarıyordum. Yağmurun durmaya niyeti yok gibiydi ve son bir yer değişikliğinden sonra daha fazla oyalanmadan kıyıya dönmeye karar verdik.
Bu kısa ama yine de keyifli oltacılık turunun üzerine bir de uskumru peşine gidebilirsem, hızlandırılmış Norveç programımı başarıyla gerçekleştirdiğime inanabilirdim. Eh artık esaslı bir morina bir sonra ki sefere kalacaktı ya, ilklerle çabucak geçen bu kısa günü unutmayacağımı biliyordum. Atlantiğin kuzeyine gelip morinanın, esmer mezgitin üzerine uskumru yakalamak kim bilir ne keyifli bir etkinlik olacaktı. Hem bu iş için tekneye de lüzum yoktu. Ayağımızın bastığı yerden inebildiğimiz her düz taşta şansımızı deneyebilir, olta atarak bütün bir gün eğlenebilirdik. Haydi, dedim Feridun’a; yarın uskumru yakalayalım…

Lille Marøy
Mejarvik limanı, Stavanger limanı ve Lille Marøy arasında birkaç kez uskumru için kıyıdan sürütme denemesi yapmayı kafaya koymuştuk. Bir tane bile olsa Akdeniz’in yahut yukarı Ege’nin liparilerini cüce bırakacak bir Norveç uskumrusuna kendi suyunda denk gelmek, kalan günlerimi düşündüğümde bu soğuk denizdeki son hedefimdi.
Fazla zamanım kalmamıştı ve tekne için önümüzdeki birkaç gün imkân yaratamayabilirdik. Bu yüzden, kıyıdan at-çek ile –memleketimden getirdiğim tek dip kaşığını– yüzeyden sürütmeyi ve kıyılayacaklarına inandığım birkaç uskumruyu bu vesileyle kandırmayı umuyordum lakin Mejarvik’in hem iç hem de dış limanını ısrarla denememize karşılık her ikimiz de herhangi bir netice alamamıştık. Bunun üzerine ikinci adres olarak Stavanger limanının kuzey girişine bakan ve arkadaşım Tallat’ın evinin de yer aldığı kıyıya gelmiş, nihayet ilk uskumrumu ve iki esmer mezgiti o gün yakalamayı başarmıştım. Ancak beklentim, haklı namına yaraşır büyük bir tanesiyken tuttuğum balık bildiğim lipariden fazlası sayılmayacak, buralar için ortalama bir sıkletteydi. Ancak pes etmeyerek arzu ettiğim büyüklükte olanlarına denk gelenen kadar denemek niyetindeydim.
Ey mavi-yeşil menevişli, sedef avurtlu, erguvan döşlü şeytanlar nerelerdeydiniz!
Ertesi gün öğlen sonuna doğru Feridun’un işlerini tamamlamasıyla Stavanger köprüsü civarına doğru -uskumru düşüyle– yola koyulduk. Tesadüf bu ya: Evvelce, Adana’dan Stavanger’in uydu fotoğraflarına bakarken balık yapabilir, diyerek aklımda tuttuğum yerlerden biri olan Lille Marøy önümüzdeki bölgeydi ve çevrede çapariye girmiş birkaç balıkçı teknesi görmüş olmak kıyıda da olsam umutlanmam için yeterliydi.
Kuzey Denizi için kıyıdan at-çek ile yapılacak yüzey sürütmesi sadece iki balık için başvurulabilecek bir disiplindi. Gerçekten mahir ve şanslıysanız bu usulden giderek bir deniz alasına rast gelebilir, daha da kolayı belki birkaç uskumruyu kandırabilirdiniz. Üçüncü bir balık türü ihtimaliyse yüzey suyu için neredeyse sıfır. Bunun bilinciyle kendime uygun gördüğüm bir kayanın üzerinden açığa doğru 50-60 metre erimli atışlarıma başladım. Fazla acele etmeksizin kaşığı yüzeyin birkaç metre altından sürütüyor aynı zamanda uzaktan geçen vapur ve sair tekneleri izleyerek kuzeyin bu müstesna panoramasını zihnime resmediyordum. Yaklaşık 10 dakikalık ilk setimin ortalarında kaşığı henüz çekmeye başlamıştım ki birden tanıdık bir vuruş ve ardından başlayan yüksek tempolu direniş üzerine kamışımı daha bir sıkı kavradım.
Akdenizliliği yahut Norveçliliği sadece sözde olan, hepsi aynı huy ve inada sahip uskumrum işte geliyordu. İpi çekişi bir yana karıştırdığı sudan belli ki gayet iri bir balıktı bu. Oldukça sert kafa vuruşlarını hissettiğim an, gevrek ağzını kendi hırçınlığıyla parçalayıp iğneden kurtulabileceğini düşünerek ambreyajı birkaç kademe gevşetmeyi uygun görmüştüm. Bu, mücadele süresini uzatacaktı belki; ama balığı da garantileyecekti.
Belirli bir süre yüzeye yakın feveran ederken sardığımdan fazlasını makaramdan tekrar çalan balık sonunda tükenmiş, cılız seyirtmeler dışında fevri bir hareket göstermez olmuştu. Yine de bu türün son dakika fişeklemelerini gayet iyi bildiğimden ipi aheste çekip hayvanı nispeten sakin bir hâlde önüme getirmiştim. Ani bir hamleyle hemen ayak ucumda sıralanan ve üzerlerini kaplayan alg kolonileriyle döşek rahatlığına kavuşmuş yüksek taşların üzerine aşırttığımdaysa çoktan benim olmuştu… İşte basbayağı bir Norveç uskumrusuydu şu kızıl kahve yosundan döşekte boylu boyunca uzanan. Yavaşça elime aldığımda, narin ve küçük pulları sedef rengi ışıltılarıyla avuçlarımı kaplamış, turkuvaz rengi sırtının metalik parlaklığı daha da ortaya çıkmıştı bu yüzgeçli güzelliğin. Artık bir büyük özlemimi daha gidermiş olmanın hazzı ve istediğim endamda bir uskumru yakalayabilmenin neşesiyle şu iddiasız kuzey seferimi nihayete erdirebilir; kendi yurduma ve denizime esenlik içerisinde dönebilirdim.

Belki büyük bir Atlantik morinasına denk gelememiş, inatla peşine düşüp şansımı zorlayamamıştım; ama esmer mezgiti ve uskumrusuyla umduğumu bulmuş, Kuzey Denizi’nde adı ve namı denizini aşmış balıklar tutmuştum. Kim bilir bir sonraki sefer için çok beklemez ve kurt balığından dev pisisine kadar yine bu sularda nicesinin peşine düşebilirim…
Sonunda iki uzak denizin kıyısından iki ayrı göl ve ırmağa yol alıp iki uzak diyarda olta atmış, kısa bir zamana iki nehir, iki deniz sığdırmıştım. Uçağımın penceresinden yükselen irtifaa karşılık giderek genişleyen bu coğrafyanın panoramasına son kez baktığımda kısacık bir veda tümcesi mırıldandım: Bir dahaki seferime kadar hoşçakal derin deniz, hoşçakal berrak ırmak, kuzeyin eşsiz diyarı Norveç, hoşça kal!
Bahadır Çapar
Temmuz 2008, Stavanger
yazının sonu
yazının 1. kısmını göster | dizinin önceki bölümüne git | dizinin ilk bölümüne git

