

Fiyortların Kıyısında
1. kısım “Göster marifetini”

Norveçli arkadaşlarımız Stian (Johannessen) ve Tallat’ın (Amin) tekne davetiyle ben, Feridun ve Alman arkadaşım Sebastian (Fischer) o gün öğle saatlerinde bir araya gelmiştik. Tallat’ın denize nazır evinin verandasında kahvelerimizi yudumlarken, aynı zamanda kaptanımız olacak olan Stian’ın, Stavanger limanından Lundsvågen mevkiine doğru çıkacağımız kısa olta turu ve bölge meraları hakkında verdiği bilgileri dikkatle dinliyordum. Sorduğum soru üzerine Norveçli oltacıların genel tarzı ve uyguladıkları dikey sürütme tekniği üzerine kısa bir ikili konuşmanın ardından yükselen bulutları fırsat bilip çabucak sefere hazırlandık. Dünyanın hiçbir denizinde rastlanamayacak bir su altı coğrafyasının üzerinde gezeceğimizi ve yakalayacağımız balıkların neredeyse tamamının kıyıya yakınlığına karşın hayli derin olan deniz tabanından ve orta sudan alınacağını daha başından biliyordum.
Kuzey Denizi, Atlantik Okyanusu’nun kuzey ucuna bağlı bir denizdi ve derinlik konturunun her bir adımda neredeyse metre metre değiştiği çok derin meralarıyla ünlüydü. Öyle ki kıyıya 80 metre kadar uzakta olmanıza rağmen altınızdaki derinliğin 150 metreyi bulması –hatta aşması– bu deniz için şaşırtıcı bir batimetrik karakter değildi. Bu durum, kullanılan olta makinelerinde makara sığasının en az 200 metrelik bobinleri istifleyecek yeterlilikte olmasını zorunlu kılarken, ben çapraz yivli şafta oturan, Ø 0,17 mm.lik 240 metre Dyneema yüklü makarası ve kemikli metal gövdesiyle elimde tuttuğum Norveç’teki tek Banax’a güveniyordum. Tek eksiğim uptide kamışlarımdan birisiydi ya, ne diyeyim. Artık kamışı buradan temin edecektim…

Göster marifetini
Bjerkreim havzasında sakındığımız yağmur, bizi deniz üzerinde bulmuştu. Kısa geçişler şeklinde yağan yağmur 100 beygirlik motor kuvvetiyle birleşince gözlük kullanmak zahmetli olduğu kadar şarttı da. Olabildiğince hızlı şekilde ulaştığımız ilk merada henüz takımlarımızı suya indireceğimiz sırada, Stian’ın “Bakalım Akdeniz’deki marifetini burada da gösterebilecek misin!” diyerek hafiften alaylı alaylı sataşmasına karşılık, rahat bir tavırla “Göreceğiz…” deyip 150 gramlık tungstenden mamul dip kaşığını (pilkeri) altımızdaki koyu lacivert derinliklere gönderdim. Hedefim tabanda ve tabandan yüzeye doğru uzanan kaya bloklarının çatlaklarında barınan morina ve esmer mezgit gibi balıklar olduğundan, yeme karşılık elimdeki hafif takıma bakarak Stian’ın önerdiği yöntemin dışına çıkmaya karar verdim. Hafif takımla böylesi derin meralarda başarılı olmak için orfoz ve lagos türünden güçlü dip serranlarının oltacılığında kullandığım ve “düşey sürütme” adıyla andığım tekniğe –birkaç küçük değişiklik yaparak– dönmem yeterli olacaktı. Tavsiyelere her zaman olduğu gibi açıktım, ancak oltacılık benim işimdi ve bu soğuk denizde dahi ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum.
Dik ve sivrilerek yüzeye uzanan kaya duvarlarının, derin deniz altı uçurumlarının olduğu böylesi meralarda seyir hâlinde tekne gerisinden yüzey sürütmesi yapmak manâsız, dip sürütmesi yapmak ise imkânsızdır. Dolayısı ile yegâne yöntem, demirlemeksizin dalgaların ve akıntının cazibesine bırakılan tekneden, derinliğe uygun boy ve ağırlıktaki dip kaşıklarının salınmasıdır. Takım tabanı bulduğunda, karara göre biraz kaldırılarak agresif manevralarla birkaç metre yukarıya çekilip sonra tekrar aşağıya bırakılarak çalıştırılır. Bu yukarı aşağı hareket setleri gerektiğinde fasılalarla tekrarlanarak takım orta suya ve hatta yüzeye kadar çıkartılır ve sonunda seri baştan tekrarlanır. Söz konusu usulün esasen deniz tabanından yüzeye doğru –düşey hatta– sürütmek üzerine uygulanıyor oluşu, yöntemi neden “düşey sürütme” olarak andığımı açıklamaya sanırım muktedirdir.
Uluslararası literatürde pilker ve jig olarak da adlandırılan dip kaşığının formunu gözeterek zeminden orta suya ve icabında yüzey altına kadar fasılalı şekilde sektirilip çırptırılmak sureti ile düşey yönde yukarı aşağı hareketlendirilmesi belli ki meselenin yine kimi literatürde “vertical fishing” kimisinde de “jigging” olarak anılmasının esas sebebidir. Arada bir tatlı sataşmalarına ve önerdiğinin dışında ki metodumla inceden alaya devam eden Stian’a dönerek, “Gelsin mi?” diye sorduğumda, günün ilk balığını çekiyor olmanın şımarıklığıyla gülümsüyordum. Esasen kıyıdan at-çek tarzı oltacılığa uygun imal edilmiş olan kamışımı gözetip pek büyük olmayan makinemin ambreyaj tepkilerini gözleyerek sarım süresini uzatmak pahasına fasılalı çekişlerle olta bedenini ilk metrelerde hızla toplamaya dikkat ediyordum. Bu sayede balığı kendi derinliğinden çabucak koparabilir direncini ilk dakikalarda kırabilirdim. 60-65 metre konturunda, tabandan yaklaşık olarak 6-7 metre yukarıda donama asılan balığın mücadelesi ilk metrelerde sertken orta suya yaklaştıkça hidrostatik dengesi bozulmaya başlamış ve paralize olmuşçasına mücadeleyi bırakıp umduğumdan erken pes etmişti. Belli ki henüz küçüktü de. Derin deniz oltacılığının standardı sayabileceğim bu durum, tabandan hızla koparılan ve yüzme kesesine sahip her kemikli balık için mutlak bir son, istisnası olmayan bir teslim oluştur. Sadece orkinoslar gibi bazı kemikli balıklarda yahut köpekbalıkları gibi yüzme kesesi bulunmayan kıkırdaklı balık türlerinde bu durum yaşanmaz ve bu balıklar son ana kadar olanca güçleriyle mücadele edebilir.
Stian’ın ilgisiz gibi görünen kaçamak, diğerlerininse meraklı bakışları arasında tekneye aldığım ilk balık aynı zamanda o güne değin yakaladığım tek morinaydı (Gadus morhua). Kısa bir süre boyca ufak balığı alıcı gözle inceleyerek daha fazla hırpalamadan onu suyuna geri saldım. Diğerlerinin de gayretini körükleyen bu küçük balığın hatırına bir süre daha olta atmaya devam ettikse de hepimizden önce sabrı tükenen Stian motorları çalıştırıp yeni bir meraya doğru dümen kırdı.
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster

