

Temmuzda Bjerkreim Havzası
2. kısım

Saat kaç, diye sorduğumu hatırlıyorum. 15.15.
Normal şartlarda bu saatten sonrasında uçurma süresi kısadır ya, memleket normal değil ki süre az olsun. Hava saat 23.40’ta kararacak! Yani daha 8 saat öğle sonu aydınlığındayız. Önümüzdeki gölet birkaç dekarlık yüzey alanına sahip, bir kıyısı sazlık bir kıyısı tundralık, sırtı kayalık, ardı kayınlık; yaşlı ve belli ki sığlaşan ama hâlâ derin bir gölet. Görünürde onu besleyen yahut onun beslediği bir akarsuyu yok. Kısa bir dinlenme ve izlemenin ardından şahane birkaç sıçrayış görmüş ve ırmağın kolay kıyıları yerine orta irtifaa çıkmanın kesinlikle yerinde bir tercih olduğunda hemfikir olmuştuk. İlk olarak sazlıkların arasında neler var neler yok, diye bakmaya giriştim. Gördüklerimse fevkalade. Zaten yanımızda yeter sayıda ve uygun boyda saz kelebeği, gün sineği ve düğün uçuşunda imite edilmiş karınca vardı. Daha da güzeli, kına rengi mart esmerlerimiz…
Birbirimizden ayrılmadan önce prensipleri belirledik:
Kaç balık yakalarsak yakalayalım, biri dışında hepsini geriye bırakacak ve bu küçük göleti incitmeyecektik. Elimde 7 kalibrelik, 5 parçadan müteşekkil nitelikli bir serinin sayılı kamışlarından biri olduğu hâlde, karşıda yer alan kayalık sırta doğru yollandım. 4 kalibrelik kamışıyla ilk konakladığımız yerin kıyısını kendine mekân tutan arkadaşım ise çoktan uçurmaya başlamıştı bile.
Kayalık sırta ulaştığımda likenlerin doldurduğu çatlakları kullanarak tırmanmamın mümkün olamayacağını görmüş, sırtın ardına ulaşmak için bu koca granit bloğun çevresinden dolaşmayı daha emniyetli bulmuştum.
Tuttuğum bu yol, kamışıma ve tulumuma zarar vermeden beni kayaların sırtına çıkardığında göreceğim panorama şüphesiz bir daha unutmayacağım türden keltik bir pastoraldi. Vardığım yer sudan 4 metre kadar yüksek dik bir kaya ensesi ve önümdeki suyun yan kıyısı adam boyu sazlarla kaplıydı. Günbatısından gelip kıyıdaki nilüferleri okşarcasına esen hafif yel, bu geniş saz kümesini şımartarak yeşil bir denizmişçesine dalgalandırıyor, birbirine değmeksizin yatan her bir dal ve yaprak, sarı ve kahverenginin ılık tonlarında mırıldanarak sanki onun görünmeyen yüzünü resmediyordu anbean. Sadece izlemek istedim bu sahneyi, ağır ağır, yorulmadan solumak şu serin havayı. Acelem yoktu ki hiçbir iş için, olmazdı da herşey bu kadar dingin, herşey yerini bu denli sevmişken… Oltamı yanıma yatırdığım hâlde oturduğum sırttan seyreyledim göletin cemalini, hem de günün bu en sevdiğim vaktinde…

Ilık yatağından çıkardığım 18 numara mart esmerini atkı misinasına bağlarken, saatlerdir aynı yerde mıhlanmışçasına duran güneşe doğru gülümsedim. Artık düşlerimde gördüğüm o güzel mahlukla tanışmanın zamanı gelmemiş miydi. Bütün dikkatimi ışıltılarıyla gözlerimi kamaştıran şu altın rengi suya vererek esmerimi uçurmaya başladım. İlk on, on beş atışın sonunda hafif bir hareketlenme hissettiğim sazlık önüne doğru sineğimi henüz kondurmuştum ki… Kına rengi beneklere bulalı sırtından altın parıltılar saçarak yükselen bir güzel gördüm.
Hediyemi almış, perçeminden bir tutam bırakarak geldiği sulara geri dalmıştı. Hafifçe uçurma kamışını kaldırıp o tatlı ağırlığı hissettiğimde, işte, dedim kendi kendime: Aşkın dermanı vuslat anı. Her kuyruk vuruşunda biraz daha yaklaşan bu güzel, inatla keskin zikzaklar çizerek ani sıçrayışlar yapıyor, maharetli bir rakkas edasıyla ve olanca güzelliğiyle arzı endam eyliyordu. Balık, tüm fikrime hâkim olmuştu; başkaca bir şey düşünemiyor, arada frenlediğim makaramla kamışımın sarsılışlarına ancak cevap verebiliyordum. Oltadaki balığın her vuruşu bir kez de zihnimde tekrarlanıyor, onca maharetime karşılık her sıçrayışında adeta elim ayağım birbirine dolaşıyordu. İpimin ağır ucu bitip de kılavuza kaldığımda yemime tav olmuş o inatçı güzel, etraftaki her rengi ve biçemi manasız bırakan endamıyla son kez çıktığı su yüzünde artık sere serpe uzanıyordu. Onun gibi ben de sonuna geldiğimizi anlamıştım. İşveli kuyruk vuruşlarını sayıp onu ürkütmeden nazikçe diktiğim kamışın tatlı zoruyla kıyıladığı sığlıkta –daha fazla direnmeksizin– kendini ellerime bırakacağı ana kadar usulca bekledim.
Ey aşk! Sen nelere kadirdin.
Şimdi parmaklarımın arasında duran balığı öylece okşayıp uzunca bir süre seyrettim. Feridun’un karşı yakadan, “Bravo!” deyişini duyduğumda, bir rüyanın gerçekleştiği o buluşma anını sonuna değin izlediğini anlamıştım.
Kahverengi alabalık Salmo trutta trutta Linnaeus, 1758
Kuzeyin bu en güzel balığı, türüne özgü tüm karakterleri eksiksiz şekilde barındırıyordu. Kahverengi sırtından karnına doğru indikçe amber tonlarında sararan sıkı vücuduna, sırtta sık ve küçükken yanlara doğru irileşip seyrekleşen beyaz hâleli kına rengi benekler nasıl da yakışıyordu. Amber renkte sürmeli gözlerine bakarken nasıl mutluydum. Birkaç saat sonunda, hepsi göletlerinin kuytuluklarına çekilinceye kadar bir alabalık daha yakaladım. Bu kez uçurma yemim bir karıncaydı. İlk balığım alıkoyduğumdu, ikincisi ise misafirim. Her birini tek tek sevdim güzellerin; sonra ikisini bir karede ölümsüzleştirdim kendim için. Uçurmamı bitirip gün batımının tadını çıkara çıkara geriye dönerken, çoktan misafirimi evine uğurlamıştım.

Gece sandığımızın aksine yağmursuz ve sakin geçiyordu. Teferruata girmeksizin kurduğumuz iddiasız kampımızda, önce alıkoyduğumuz tek alabalığı pişirmek üzere küçük bir ateş yaktık; ardından, keyifli bir sohbet ve koyu kahvelerimiz eşliğinde gün içinde bir kaç kez kifayetsiz kalan Feridun’un uçurma ipini yeniden formüle ettik. Beni yetiştiren coğrafyaya olabildiğince yabancı –bir o kadar uzak– bu diyarda, gördüğüm o en güzel rüyanın gerçek olduğu bir günün sonundaydım şimdi.
Kimbilir; kuzeyin gece bile alaca aydın şu göğünü seyretmek uğruna uyumakla uyumamak arasında ki tercihimi belirleyen tek düşünce, hülyamda tutacağımı bildiğim diğer kahverengi alabalıkların cazibesiydi belki de. Seher vakti kayın ve ladin karışığı kokulu bir ormanın kuytuluğundan yollanıp bir iki saatliğine de olsa tekrar Bjerkreim’in kıyısına inmek, soğuk suyunda bir kez daha gezinmek arzusundaydım. Balık puluna bulalı düşüncelerle biraz daha oyalandıysam da yıldızlı bir yorganın altındaki eğreltiden döşeğimin rahatlığına daha fazla direnemedim. Somonun gül hatırına son kez karakonan uçurarak nehirden denize döneceğim yeni günün hayaliyle yumdum gözlerimi gecenin sessizliğine.
Bahadır Çapar
Temmuz 2008, Eigersund
yazının sonu
yazının 1. kısmını göster | dizinin önceki bölümüne git | dizinin sonraki bölümüne git

