

Temmuzda Bjerkreim Havzası
1. kısım

Transatlantik bir sefer yapmaksızın gidebileceğim Avrupa ana karasına kuzeybatı yönünde bağlı en uç noktaydı Norveç. Hem ziyaret hem ticaret kabilinden çıktığım Norveç seferi çok kısa süreliğine de olsa oltacılık serüveni yaşayabileceğim ve bildiğim; ancak başka bir yerde karşılaşamayacağım okyanus orijinli türler üzerinde gözlem yaparak oltacılık tecrübesi edinebileceğim eşsiz meralara sahipti. Tabiatıyla Norveç deniziyle bir anılan morina, mezgit, uskumru ve dev pisi balığı gibi denizel türler için imkânım ölçüsünde birkaç kaçamak yapmayı arzu ediyordum. Ancak rüyalarımı süsleyen asıl güzellik, bu ülkenin soğuk olduğu kadar derin denizlerinde değil, olabildiğince çetin kara coğrafyasını şekillendirerek akan coşkun ırmaklarında yaşamaktaydı. İş görüşmeleri ve sergi işlerini tamamlar tamamlamaz bir günlüğüne dahi olsa rüya balıklarımdan birini bulmak için dere tepe gezmeyi ve uçurma yapmayı diliyordum. Beni tanıyanlar ve dostlarım “uçurma” ve “rüya” kelimelerini yan yana sarf ettiğimde aslında neyi kastettiğimi gayet iyi bilirler. Niyetim ne yapıp edip adına yaraşır endamda bir kahverengi alabalık (Salmo trutta trutta) yakalayarak, ona dokunabilmek, kuzeyin berrak sularıyla beslenen keltik yurdunda tüm güzelliğinin en doğal hâline tanıklık edebilmekti. Hülyamın gerçekleşmesi umuduyla Norveç’te kaldığım sürece beni ağırlayan hevesdaşım Feridun’la (Mustafaoğlu) planlar yapmaya, sonunda mutlak bir uçurma serüveniyle tamamlanacak kısa ama iş görür bir program çıkarmaya çalıştık.
Oslo üzerinden ulaştığım Stavanger, Norveç’in güneyinde yer alan Rogaland’a bağlı oldukça şirin bir kent. Esasen ülkenin petrol endüstrisi yönünden en önemli merkezlerinden biri olmasına karşın coğrafyanın hâkim doğal unsurlarıyla uyumlu yerleşim alanları, ülkenin güneyine özgülenebilecek bitki dokusu ve su alanlarının zenginliğiyle tipik bir Norveç kenti ve kırsalı. Kaldığım süre boyunca yaptığım gözlem ve incelemeler sonucu, denizle tatlısu alanlarını birbirinden ayırabilmenin neredeyse mümkün olmadığını gördüğüm etkileyici bir tabiat. Öyle ki tatlısu özelinde dahi mevcut havzaları müstakil olarak adlandırarak bildik yöntemlerle ayırmak neredeyse imkânsız. Bu yüzden bir havzayı hâkim olan nehirle birlikte anmak ve aynı havzanın yukarı, orta ve aşağı kısımlarını alt havzalar olarak değerlendirmek gibi bir zaruriyet belirmekte. Denizin yer yer yüzlerce kilometrelik kıyı şeridine sahip derin ve dar haliçlerle kara içlerine girmesi bu spesifik coğrafya için olağan bir durum. Okyanus kıyısının derin falezlerle çevrili olması da yine bu kendine özgü coğrafik yapının diğer bir sonucu.
Stavanger ziyaretimin sebeplerinden biri, kentin “2008 yılı Avrupa Kültür Başkenti” unvanını alarak bunun sonucunda yıl boyu çeşitli kültür ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor oluşuydu. Bu çokuluslu kültür ve sanat programına çizdiğim bilimsel illüstrasyonlardan seçtiğim “Anadolu Balıkları Koleksiyonu” ile dahil olarak bazıları alanında tek olan illüstrasyonlarımla balıklarımızı sergilemek amacındaydım. Öte yandan burada yaşayan Feridun ile beraber birkaç küçük etkinlik yapabileceğimize olan inancım, Stavanger kırsalını önemli bir etkinlik sahası olarak görmem için yeterliydi.

İlk olarak, Norveç’te sportif balıkçılık yapabilmek maksadıyla bir izin kartı almam gerektiğini biliyordum. Bunun üzerine Çevre Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan Tabiat Varlıkları İdaresi’ne başvurmuş, aynı gün içerisinde adıma düzenlenmiş olan sportif balıkçılık kartımı edinmiştim. Ardından ülkenin güneyinde yer alan önemli balıkçılık sahaları hakkında bilgi edinmek üzere detaylı bir tarama yaptık. Öncelikli konum, tatlısu havzası içerisinde güzel bir mera belirlemekti. Ne de olsa her yer denizdi ve denizel türler için çok incelikli bir mera araştırması yapma gereği de yoktu. Ama alabalık öyle mi? Sonuç olarak Stavanger’e yakın oluşu ve konaklama konusunda sorun yaşamamak adına Eigersund komününden geçen Bjerkreim ırmağının (Bjerkreimselva) alabalık için uygun adres olacağında karar kıldık. Konaklama alt yapısı önemliydi; zira mevsim gereği gün içerisinde birkaç kez yağmur yağması işten bile değildi. Yine de en kıymetli istihbaratın medyadan değil bilakis oltacılardan edinebileceğine olan inancımdan, ayaküstü de olsa tanıştığımız tüm yerel balıkçılardan bu ırmakla ilgili öneriler alma gayretindeydik. Önceliğim kahverengi alabalık olacaktı ama gün başında çift iğneli, iri ıslak yemler kullanmakta ısrarcı olursam Atlantikli bir somonu (Salmo salar) bile kandırabilme ihtimalim vardı bu büyük akarsuda. Akını çoktan geçmiş olsa da arda kalmış gümüşi bir somona, olmadı avare yüzen arktik bir göçebe deniz alasına (Salvelinus alpinus) çatmak umuduyla bir kaç set karakonan uçurmayı denerdim elbet.
Ziyaretimin ikinci haftasında artık hızlandırılmış bir oltacılık serüvenine hazır şekilde yola çıkıyorduk. Hedefimiz evvelinde belirlediğimiz üzere Bjerkreim ırmağı, etkinlik sahamız ise havzanın orta kısmıydı. Öte yandan yaptığımız uydu izlemelerinde 200-600 metre gibi ortalama rakımda gördüğüm ve her biri diğerinden habersizmişçesine ama yan yana duran dağ gölcükleri aklımı kurcalıyor, el değmemişçesine dingin kıyıları hayallerimi süslüyordu. Acaba oyalanmaksızın ırmak boyundan yukarı kayarak önce bu küçük gölcükleri mi denemeliydim?
Yaklaşık bir buçuk saat süren bir seyahatin ardından ırmak kıyısındaki akaryakıt istasyonuna ulaştığımızda Feridun’da ikna olmuş ve fasılalı tırmanışlarla gölcükleri denemenin daha keyifli olacağına oda inanmıştı. Tek düşüncesinin, kısa geçişlerle yağan yağmura karşı kırsal arazide nasıl geceleyeceğimiz olduğunu söylediğinde, en fazla bir kovuk bulur gün ışıyana kadar avunuruz, demiştim. İstasyondan Bjerkreim lokali için ayrıca edinmemiz gereken günlük kartlarımızı aldığımızda zembereği boşanmış kurmalı oyuncaklar gibi yerimizde duramaz olmuştuk. Ama küçük bir meseleyi daha çözmemiz gerekecekti: Bu ecnebi coğrafya da kılavuzsuz nasıl yapmalı, şimdi nereden yol tutmalıydık?

Eşeği tercih ederdim ama…
Norveç kırsalının bana göre en belirgin karakteristiklerinden biri de etrafta –Çukurova tabiriyle– seyip (başıboş) gezen küçükbaş idi. Küçükbaş, dediysem bizdeki gibi –yöreye göre endamı ve sıfatı değişen– bilumum çeşitlilikte koyunlar ve keçiler gelmesin aklınıza! Neredeyse hepsi kısa kuyruklu tek bir ırk: Gammelnorsk!
İşte, dedim, rehberimiz bu koyunlar. Bu da ne demek şimdi, dercesine yüzüme tuhaf tuhaf bakan arkadaşıma dönerek yineledim:
-Rehberimiz diyorum bunlar, yani koyunlar!
Baksana etrafına bu hayvancıklar her
yerde ve sürekli kullandıkları patikaları
pek tabii bizler de kullanabiliriz.
Gerçi memlekette olsak bu konuda eşeği tercih ederdim ama yazık ki buralarda hiç eşek yok. Sırtımızda uçurma kamışlarıyla olmadık yerlerden tırmanarak kısıtlı zamanımızı harcamanın ne gereği var, diyerek ben önde Feridun arkamda yamacı ortalayan ilk patikaya koyulduk. Her bir adımımızda evvelce insan ayağı değmemiş gibi görünen bu bakir coğrafyada tuttuğumuz yol, ilk kez gördüğüm bu ülkenin kırsalında bu denli rahat davranmam belli ki partnerimi de rahatlatmıştı. Ona göre, bir koyun ne kadar tehlikeli yerlerden gidebilirdi ki zaten… Sadece eğrelti otlarıyla örülü orman zemininde ilerlerken kurt var mıdır, diye gülerek sorduğu soruya yine gülerek sen söyle, memleket senin, karşılığını verdim.
Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından üç yanımızı çevreleyen kayın ve ladin karışığı ormanın kıyısında nefeslenmek için durmuştuk. O gölcükler bu kadar uzakta mıydı, diye söylene söylene devrik bir ağaç gövdesine oturan Feridun’u, yanımızdaki ormanın ardında yürüyüşü bitirelim; suyu bulduk bulduk, bulamadık kamp atarız, diye telkin edeceğim sırada, üzerimizden geçen üç ördek fazla yolumuzun kalmadığını söylüyordu. Gerçekten de birkaç kilometrelik orman içi yürüyüşün sonrasında ilk ve tek gölete kavuşacaktık.
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster

