

Anadolu Rivyera'sı
2. kısım “Sigarayı ipe basmak”

Ağzındakini paralarcasına sağlı sollu savuran balığın yanından denizi yırtarcasına yükselerek ense gösteren yeni bir delikanlı, öndeki vobleri boş bırakmayacağını haykırıyordu adeta. Olacak iş miydi bu? Daha ne kadarını sarabilmiştim ki, şimdi boşanmışçasına akıp giden şu ipe bak! Dyneema’nın mucitleriyle Banax’ın mühendislerine dua ederek son bir gayretle ambreyaja yüklendim ve ardı sıra bir final tasmalaması daha… Bunu niçin yaptığımı anlamak istercesine tuhaf tuhaf bana bakan Latif’e aldırmaksızın tüm dikkatimi beden ipindeki gerilimin azaldığı fasılaları yakalamaya vermiştim. Niyetim balıkların uyumunu bozarak kendi güçlerini benden ziyade birbirlerini yormak yönünde onlara karşı kullanabilmekti.
Sanki hamlem işe yaramış, rakibin taktik düzenini bozabilmiştim. Artık benden fazla birbirlerini tokatlamaya başlayan akyaları daha kolay hizalayabiliyor, santim santim ip sararak bu ani ikinci baskınla kaybettiğim mevziyi tekrar kazanıyordum. O sıra gözüm botun ucunda oturarak tüm aksiyonu geniş açı izleyen Erdal’a takıldı; zira, kepçeleme görevi böylesi bir durumda onundu ve bunu daha seferin başında açıkça ilan etmiştim. Ancak, sıkılmış yumrukları ve fal taşı gibi açılmış gözleriyle o güne kadar kendisine anlattıklarımın bu denli gerçek olabileceğini tasavvur etmediği aşikâr olan arkadaşımı bu yüzleşmeden mahrum etmemeliydim. Latif’in gözlerine baktım. Müşterek etkinliklerimiz esnasında gördükleri ve gösterdiklerim ile kendisini her geçen gün daha da geliştirme gayretindeki bu heveskâr oltacı çabucak niyetimi anlamış, kepçeyi güçlü elleriyle peşinen kavramıştı.
Yüzüme sırıtan şu mavi sırtlı vobler
Allah’tan arabada yedek tişörtüm vardı zira olanı biteni tepeden izleyen yaz güneşinin de tansiyonunu yükseltmiştim. Mücadelenin zorluğu ve sürekliliği yetmez gibi şimdi bir de kan ter içindeydim. Balıklar son 10 metrede dalışa geçince zaten rölantide tıngırdayıp duran motorun kapatılmasını istemiştim. Belli ki son raunt kör dövüşle nihayete erecekti. Makineden son 5 metre sinyali geldiğinde önümdeki sahnenin final dinamiklerini kavramaya çalışıyordum:
Bu nasıl olabilirdi? Olta bedenini iki iğnesiyle bırakmamacasına kavrayarak yüzüme sırıtan bu mavi sırtlı vobler de nereden çıkmıştı?.. Ayak parmaklarımın ucundan başlayarak başıma doğru yükselen o sıcaklığı hissettiğimde Erdal’ın kamışının ucunu yoklayarak, “O benim voblerim, Usta!” dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Nasıl olduysa mücadelenin ilk dakikalarında toplanarak bota alınan diğer iki takımdan biri suya düşmüş ve ucundaki vobler kör dövüşümüz esnasında botun çevresinde süratle dönen balıkların birkaç metre üzerinden beden ipine dolanmıştı. Zafiyetimizin farkına varmışçasına anında taktik değiştiren akyalar bu kez senkronize bir dalışla tekrar hücuma geçmiş ve makineden ip çalmayı yine başarmışlardı.
Yapacak çok fazla şeyim yoktu. Oyuna son anda yeni kural eklenmiş ve güçlük düzeyi baş etmesi zor bir seviyeye yükselmişti.
Ne kadar süreceği belli olmayan farklı ve yeni bu mücadele için o kısacık süre içerisinde müspet bir manevra gerçekleştirebilir miydik, şu an dahi bilemiyorum… En azından motor tahrikiyle balıkları hayli yorabilir, boylu boyunca su yüzeyine serildiklerindeyse Ø 0,17 milimlik iple kendimizi yaralamadan her birini bota alabilirdik belki de. Kim bilir!
İşte tam bu düşüncelerin ölçülüp tartıldığı o anda umudunu benden önce yitirdiğini anladığım Latif’in işgüzarlık edip elini ipe atmasıyla üzerindeki baskıya daha fazla dayanamayan olta bedeninin kopması aynı ana denk geldi. İkimizin birbirine bakakaldığını net olarak hatırlıyorum. Mücadelenin finalinde hep kaçındığımız ihtimal gerçekleşmiş ancak, sonuç ne olursa olsun hepimiz soluksuz bir aksiyonun mümtaz izleyicileri olmuştuk. İlk önceleri hiçbirimizden tek kelime çıkmamış, tarifi zor duygularla zaten iyi bildiğimiz standart bot düzenini bir şekilde yeniden almıştık. Tüm takımlar yeniden kurularak, düğümler ve ara elemanlar perçinlenmiş, güçlendirilmiş oltalarımız tekrar sürütmeye hazır hâle getirilmişti. Kalan yolda dümen tutmasını istediğim Latif ve burunda oturan Erdal’a sürütmedeki takım sayısını teke düşürmenin neden gerektiğini yaşadıkları üzerinden sıcağı sıcağına anlatsam da –fazlasıyla mahcup bu iki heveskârın zoru deneyimlemesi uğruna– yine de iki takımla devam diyerek yeni sete girmeden hemen önce onları tekrar yüreklendirmiştim.

Sigarayı ipe basmak
Yedekte tuttuğum ikinci ikili takımı suya saldığımda, son dakikada oyuna dahil olup mavi sırtıyla bana sırıtan voblerin sürprizi dışında az evvelki sahneleri neredeyse eksiksiz bir tekrarla yeniden yaşayacağımızı düşünmemiştim hiç. Çok kısa bir sürütmenin ardından takıma abanan kocaman bir balık ve ardından yetişen yaklaşık kol boyu ikinci bir toramanın omuzlamasıyla yanan ambreyaj ve nakavt olan 12’lik bir fırdöndü… Gülmekle ağlamak arasında kalmış ben ve kendisine uzattığım kamışı nazikçe elimden alan Erdal…
Az önceki işgüzarlığından ötürü sessizce dümeni tuttuğu hâlde yine de dayanamayıp “Zaten az daha sürse vallahi sigaramı basacaktım ipe, yüreğim tükendi ustacığım!“, diyen Latif’in ardından davudi bir sesle attığım kahkahaysa eminim o gün tüm Yumurtalık kıyısından duyulmuştur.
Ziyanı yoktu, zira pek sevdiğim her iki arkadaşım da böyle böyle deneyim kazanacak; “oltacılık” meselesinde “nasıl yapmalı” faslından evvel “ne yapmamalı” başlığının altını doldurmaları gerektiğini dinledikleri, gördükleri ve yaşadıklarıyla elbet onlar da belleyecekti.
Bu adrenalin derecesi yüksek mücadele süresince balığın birkaç bireylik küçük akran grupları şeklinde etrafımızda yayıldığını anlamıştım. Kısmetime kanaat ederek suyumuzda gezinen üç beş balık ürküp sıvışmadan arkadaşlarımın da sırasını kollamalıydım. İzlediği türden dişli bir mücadeleyi yaşamak konusunda hayli istekli olduğunu bildiğimden, bu kez Erdal’ın takımını önder yaparak ayar verdiğim Latif’in Mariasıyla dördüncü sete girdik. İlk 50 metreyi henüz tamamlamıştık ki tam da arzu ettiğim şekilde bu takıma bir akya talip oldu. Akabinde sırasını hakkı ile savdığı için Erdal’ın takımını yedeğe alarak Latif ve ben sürütmeye devam ettik. Beşinci sette art arda her ikimizin oltası da gerildiğinden –fasılalarla birbirimize müsaade ederek– peş peşe balıkları bota almayı becerebilmiştik. Artık tek voblere düşürmek zorunda kaldığım takıma –sınırları ölçüsünde– istediğim gibi yüklenebiliyor, yeri geldiğindeyse başıboş bırakıp eğlenebiliyordum. Kısa saplı, geniş dirsekli çelik iğnenin açılmayacağına, –bir kere saplanmaya görsün– yerinden çıkmayacağına güveniyordum.

O gün için bota biçtiğim istihkak planladığımdan birkaç saat daha erken dolmuş, rehavet veren güney esintisiyle dalgalar da yükselmeye başlamıştı. Şimdi her birimiz sevgilisiyle buluşarak onu kucaklayabilmiş olmanın sarhoşluğuyla öylesine mest olmuşken fazlasının peşine çıkmamak konusunda irademe gönülsüzce de olsa uyan arkadaşlarımla dönüş yoluna koyulabilirdik.
Kısmet
Yol boyu uzak ufkun belli belirsiz titreyen hattından kıyıya koşan dalgaları, arada bir uçarak üzerimizden geçen martılarla kardeş balıkçıların motorlarını izleyerek denizi yaşamak istedim. Yine de dayanamadılar. Latif’in bari dönüşü boş geçmeyelim ricasını Erdal’dan da duyduğumda hafif bir tebessümle usulca koyverin o hâlde, dedim. Fazla zaman geçmemişti ki bayram sabahı heyecanı duyan çocuklar misali hevesle her biri kendi takımlarını sürütmeye devam eden arkadaşlarıma yine balık sataşmıştı.
Merak etmeyin, kısmetlerinde olanları sudan aldılar. Ama o gün, uygulamadaki faydasını göstererek lüzumunu detayıyla izah ettiğim “tek oltaya kanaat etme ve gerçekten icap etmedikçe iki takımdan fazlasını sürütmeme” iradesinin paydaşı gibi görünüp öyle de davranırken sonrasında meseleye azar azar su kattıklarını anlayacağım bu arkadaşlarımı kendi seferlerinde aynı anda üç ve dört takım sürütürken görecek, bu usüldeki ısrarlarının onlara göre kârlı neticelerini seferlerine iştirak eden diğerlerinden de sıklıkla işitecektim. Oysa bir balık avcısının aklıyla kârlı sayılan böylesi bir usülün bir oltacının ahlakıyla meraya ziyan hadsiz ve bilmez bir tavırdan fazlası olmayacağını, şansı artırmak söylemiyle dümen suyuna üst üste olta salma ısrarının sığ bir bilinç ve zayıf bir oltacılık etiğinin göstergesi olduğunu ne çok anlatmış, ne çok örneklemiştim.
Kıymet
Ümidim, lütfu ile bizleri hoşnut eden bu yakın ve dolayısı ile kıymetli meraların tükenene kadar istismar edilmemesi; sürdürülebilir bir olta balıkçılığı adına icabında sezon boyu verilecek uzun soluklu fasılalarla incitmeden ziyaret edilmesi hususundaki öğütlerimin –en azından benimle oltaya çıkarak tavrıma ve fikrime temas etmiş oltacılar tarafından– sulandırılmadan tutulmasıdır. Zira aynı yerde önceki seferlerden daha büyük balıklar tutabilmeyi mütemadi bir oltacılığın ustalığına delil olarak gö(ste)rme arzusu, öngörüsüzce ve fasılasız sömürülen bir meranın yerleşik populasyonuna verilen lokal zararı maskeleyen bir yanılgıya dönüşmemelidir. Hep dediğim üzere: Gezindiğimiz suya “deniz” diyorsak da esasen sayısı belli ve hayli kıymetli bir canlı topluluğunu hedeflediğimizi, lüzumunu aşan her ısrarımızla bu kıymeti küçülterek meraları bencilce fakirleştirdiğimizi vakitlice anlamalıyız. Sucul yaşam dinamiklerini doğru şekilde kavramamız, heveslisi olduğumuz oltacılığı sürdürülebilir bir uğraş kılabilmek adına fevkalade önemlidir. Umarım bu arkadaşlarım da gördükleri ve dinledikleri üzerinden böylesi bir farkındalığa birgün kavuşacak ve henüz hevesleri kadar büyük olmayan tecrübelerini seferden sefere artırarak kanaatkâr birer olta balıkçısı olmayı sonunda başaracaklar. Aksi hâlde nefse yenik bir “balık avı” tutkusuyla en sevdikleri meraları bile ziyan edebileceklerinden habersiz; “daha çoğu, daha büyüğü” diye diye oltacılığın ilk şartı olan us’lu balıkçılar olmayı en kolay sularda bile başaramayabilirler.
Uzun lafın kısası günün sonunda tuttuklarımız herkese yeterdi…
Anadolu Rivyera’sında o gün ki skorum dört akya, kârımsa hevesdaşlarımla paylaştığım eşsiz bir öğle sonu idi
.
Bahadır Çapar
Haziran 2008, Adana
yazının sonu
yazının 1. kısmını göster | dizinin önceki bölümüne git | dizinin sonraki bölümüne git

