

Yine mi Voblerler, Yine mi DUO?
2. kısım | 4 dolarlık ürünü 20 dolara satmaca.

Israrcı olursan balığı bununla yakalarsın, diyen ve zaman olgusunu bu hevesteki kişisel gelişim uğruna paranın önünde gören bir asırlık olgun İskandinav ve Japon anlayışına paralellik gösteren mahir yontular, neredeyse gecelik akıl edişlerini ertesi gün sonuna ambalajlayarak kargoya veren, tematik gelişimi bu uğurda harcanan zamana değil paraya endeksleyerek popüler pazarlama enstrümanlarını bu minvalde şekillendiren plastik dökümcülere –şimdilik– yeniliyor gibi.
- Sen denemek için al yine de, işe yaramazsa –ya da ısrar edecek sabrı bulamazsan– bir diğer rengi zaten burada,
- yalnız şu renkten az kaldı bir tane yetmez neme lazım sen iki tane al,
- hem zaten o var ya, o da bunlardan …. tane aldı,
- Hem bu fiyatta zaten sana özel, liste fiyatının altında veriyorum bak ona göre!
şeklinde neredeyse üç haneye yaklaşan liste fiyatları ile çoktan ederini aşmış kandırıcılar kartvizitli balıkçılar referans gösterilerek enteresan etiket frikikleriyle tezgâh üstüne serilirken, “Bunları gerçekten almalı mıyım?” sorusunu soramadan “Hangi renginden alacaksın?”ın cevabını vermeye zorlanan bir heveskârın çay kahve içerek gördüklerine akıl yorması ne işe yarar düşünün bir. Genelde izin verilen tek soru kredi kartına taksit yapılıp yapılamadığı ile ilgili olandır ya bunun da cevabı zaten baştan bellidir.
Ama realite ortada: Evet!
Bir kere oksijeni kıtlaşmış kent yaşamından bunalıp gün içerisinde yaptıklarının yeknesaklığından hayli sıkılmış birileri için farklı farklı, diyerek arz edilen özde hepsi bir varyantlar. Varyantlar mı? Bunca ürün, bunca form, bunca doku ve renk ama gerçekten onca mı? Oltacılık namına bütün bunlar alınmalı mı? Yoksa, ama iyi ama kötü aslında ben gibiler için ‘klasik’ tanımına ait kadim referans değerlerin güncel ve rengârenk ışıltılı bir yığın tekrarı mı duvar dolusu satılanlar? On beş yıllık yakın tarihin melez bir dil ve bana göre özgül ağırlığı olmayan tuhaf bir teknik terminoloji çerçevesinden konuşan dükkân formatlı ‘balık avcıları’na bakmalı önce. Çoğunlukla yer çekimsiz mekânlarda paylaşılan abartılı ve yanıltıcı hikâyelerle biribirilerine kanarak ne çok yem ve sair oltacılık gereci biriktirdiklerini hemen her anlatıları ile ortaya koymayı, hemen her malzemelerini ücret bilgisi eşliğinde anmayı pek seven bu balık heveslisi avcıların yarattığı ironi dikkat çekicidir. Aslında sahip oldukları ya da olmaya çalıştıkları yem, makine ve kamışların pek çoğunun nasıl da uyduruk ve iş görmez olduğunu anlamayacak kadar acemisidirler oltacılığın. Nereden mi belli, diye soruyorsunuz?

Yapmayın!
4 dolarlık ürünleri 20 dolara –ikişer ikişer– almak için neredeyse birbiri ile yarışıp esasen yanlış bir saatin dahi gün içerisinde iki kez doğruyu göstermesinden farksız birkaç tesadüfi yakalayışın şımarıklığı ile ürün ve marka analizleri yapmalarından ya da hidrodinamiğin temel esaslarını bile ıskalayan tasarımların en uzağa düşen, en iyi yüzen ve en cazibeli yapay yemler olduğunu –fizik yasalarıyla gerçeklenemeyecek bir mantıkla– iddia edebilmelerinden belli elbette. 45 milimlik kandırıcının küçücük iğnelerine kanca, naylon misinaya ip, olta ipine de örgü misina, olta kamışına çubuk hatta değnek, olta makinesine makara diyenlerin ‘türlü piyasa sahtekârlığı’nı meşrulaştıracak marka gönüllülüklerinden, kişisel olarak başarılı yakalayışlarla deneyimlemeksizin üç günlük fahiş fiyatlı markalara aidiyet geliştirecek kadar kolaycı ve kibirli olmalarından belli bir de. Bu yüzden önünüzdeki bu tematik sahneyi doğru bir açıdan –ve mümkünse gözlüksüz– izleyerek her söze aldananlardan, bilmişlikle aldatılanlardan olmayın artık. Bilmişliğe değil bilgeliğe kulak verin; doğruluğunu anladığınız sözü/öğüdü sahibi ile anarak oltacılık maceranıza böyle devam edin derim.
Camekanlara serilen kandırıcıların hepsi ambalajından ilk çıkarıldığında henüz soyulmuş taze bir muz misali hoş kokulu ve yenilesiyken sezonun sonunda kararıp yumuşayarak –muzun faydasını renginde sananların gözünde– cazibesini ne de çabuk yitiriyor. Üstelik çoğunun tek ısırık almadan ambalajıyla terk edildiği takım çantalarında yarattığı renkli-iğneli kalabalık, kanılan marka öykülerinin hatırına heba olan kişisel kaynaklarınız değilse nedir? Söyleyin bir. Ama söylemeden evvel gördüğünüz tabloyu ve oltacılık kariyerinizi enine boyuna düşünün bir!…
Oyuncak(!) yani yapay yem seçimi bahsi daha uzun bir anlatı ister ve buna vakit de buluruz elbet ama, oyunun diğer paydaşı balık’ın aklı nasıl işler neyi ister, diyerek toparladıklarımızla çıkılan seferler “ısrar” ya da bir diğer ifadesi ile “sebat”tan yoksun olduğunda sadece tak-çıkar-tak oltacılığına dönüşecektir bu kesin. Zira balığın yemin öylesine de böylesine de verdiği müspet reaksiyonlara birbirimizin cümleleri ile bile tanıklık edebildiğimizi düşünürsek, yapay yem seçimindeki en önemli kriterin gerek form ve renk, gerekse aksiyon yönünden cüzi aykırılıklar ile doğal olana olabildiğince benzer olma hali olarak özetlenebilir. Bu kriteri sağlayan üretimlerin beynelmilel ölçekte “AVCI” sayıldığı gerçeğinden hareketle renkte değil formda ya da boyda tekrara giden ve pekâlâ çok çalışkan koleksiyonlar şekillendirebilirsiniz.
Morötesi frekans aralığına dönük kolorifik özellikler taşıyan boyaların vizibiliteye katkısı aşikâr. Bu renklere sahip ürünlerin nispeten derin sularda yahut atmosferik ışık yoğunluğunun hayli düştüğü saatlerle kapalı havalarda ve bulanık sularda görüntü mesafesini ve kalitesini düşürücü etkileri bertaraf ederek balığın ilgisini çekmeyi başarabilmek adına şüphesiz kıymeti de var. Ancak; bilindik türleri yakalamak adına bu düşük ışık yükünün ve bulanıklılığın nispi etkilerini ortadan kaldıracak düzeyde renklendirilerek başta fiyatı boyanmış yemler kullanmanın pratik bir lüzumu olmadığından emin olabilirsiniz. Flor ışıl pembe sırtlı yahut florışıl yeşil egemen bir yapay yemin yaptığını yapan mutat renklerde sayısız yem sıralanabileceğini bilerek tercihinizi makul fiyatlı seçenekler üzerinden gönül rahatlığı ile şekillendiriniz.
Yüzdürmeye götürdüğüm yemin çokluğuyla değil yüzdürmedeki ısrarımla kandırdığım sayısız balıktan biri yolda. Kürek suyunda serüvenin heyecanı ile mantıklı bir ısrarın neticesi de elbet müspet olacaktır.
Kaldı ki bu renk opsiyonları bugünün teknolojik yeniliği sayılamayacak kadar evvelinden beri uygulanmaktadır. Eskiden bu yana morötesi dalga boyuna reflekt özelliklerde birçok yem üretilmektedir. Meselenin gelişimine ilgi duyanlar kadim yem üreticilerinin namlı serilerine göz gezdirebilir. Bugün gelinen nokta ise esasen üreticisinin bile bir diğerinden çok da farklı olmadığını iyi bildiği kendi üretimlerinin künye kartlarında “elde yapıldı, elde boyandı”, “morötesi boyalı” gibi fazladan bir iki satır anarak üç beş lira daha pahalıya satılabilecek bir ürün yaratma çabasından fazlası değildir. Elbette kolorifikasyondaki temel farklar oltacılıkta ki başarıya tesir eder lakin, gün ışığının olağan kondisyonu altında yüksek ya da alçak dalga boyuna sahip boyalar arasındaki görünürlük düzeyi, çoğumuzun hedefine bile koymadığı yahut merasına dahi ulaşamadığı birkaç balığın dışında pratik ve sansasyonel bir fark yaratmaz.

Çoğu artık birbirine kalıp kardeşi olmuş bugünün sözde özgün üretimlerine bakarak sual ettiğimiz yine mi DUO, yine mi SAVAGE GEAR, yine mi SÉBILE‘ler, belki de evvel zamanın çoktan anonimleşmiş yine DUEL, yine RAPALA, yine YAMASHITA‘larıdır. Gözümüzü doldurup icabında akıl karıştıran bu çokluk, birçoğumuzda bazı markalara aidiyet duyma ihtiyacını doğurabilir ama sadakati dile pelesenk ettiğimiz bu markalara değil de; aslının yerine –çoğu soyut formda üretilmiş– yapay hâllerini oltaya taktığımız çomak balığına, sardalyaya, tirsiye, kefale ve dahi gümüş balığına göstermek daha isabetli olacaktır. Aksiyonu itibarı ile temiz ve reflektif yüzüşlü, ağırlık itibarı ile yetkin ve erimi görece yüksek ancak; fiyat yönünden makul ve gerçekçi ürünlere –marka ve modelden muaf bir şekilde– yönelerek kıyaslamaları böylesine beynelmilel bir çerçevede yapmak kanaatimce daha anlamlı ve çok daha faydalı olur.
30 küsur yılın özeti üstüne yine de hangi yapay mı diyorsun? Dinle o zaman…
Gümüş avurtlu ilaryalarım olur hep çantamda,
Bir çift yaz ilaryası, bir de -kara kaşlı- güz ilaryası.
Işıldayarak suya kavuşmak isterler dalga ardında,
Onca seferden bilirim ki üçü de işinin pek ustası.
İki dona paylasam da her biri birine denk, hepsi bir suret,
İşvesine kanacak ilk balığa kadar derim: Az daha sabret!
Nazlı nazlı yüzdürürken suyunda o gün batımı mavinin
Ardından kabaracak suyun hevesiyle ben de devam ederim.
Sırtı sarıdır, karnı beyaz o pek sevdiğim yaz güzelinin,
Sevdalısı eriştelikte yaylar kara kaşlı şu güz dilberinin.
Yüzünde yorulup mavisinde yitene dek tek tanığı hep onlar,
Yek olta kürek suyunda geçen her oltacılık seferimin.
Hem kim söyledi size tezgâhta renk, çeşit çok, o yüzden merada çeşidin olmazsa, ilk üç beş atışta iş görmeyeni başka renkle değiştirip dene, diye? Çoğu renge kör yüzen o azmanları ancak renklerle, salt janjanlı kaplamaların büyüsü ile yakalayabileceğinizi nerden duydunuz ya da? Formun, büyüklüğün, aksiyonun ve hepsinden mühimi zaman-mekân denkliğini sağlayan ‘kısmet’in kıymeti yok mu diyorsunuz hâlâ?
Eğer mesele hoşuna gittiyse buradan tıklayarak devam et o hâlde:
“Yine mi beyaz vobler?“
Bahadır Çapar
Ekim 2015, Adana
yazının sonu | yazının 1. kısmını göster

