Geçenlerde yaptığımız tematik sohbetlerin birinden karşılıklı konuşma tadında bir alıntı ile başlayayım bu malum mevzuya. Hemen her heveskâr oltacının sabit sorularından, hatta tüm zamanların en çok sorgulanıp cevabı en çok aranan konularından birisidir ne de olsa. Madem merak edip bu başlığı tıklayanlardansınız; bir de Çapar’ın yaklaşımını okuyun o hâlde:
Yine mi Voblerler, Yine mi DUO?
1. kısım | Yeni oyuncakla çocuk kandırmaca.
SK> Yemin dizaynında çok teferruatlı yapılar tasarlıyor Duo. Bir numarası var mı, bu tasarım detayları ne kadar amaca hizmet ediyor bilmiyorum. Ancak çoğu şişirme Japon ürünlerine göre artık kendi tecrübelerimle de sabit olduğu üzere harika av veriyorlar. Mesela Tacklehouse feed popperin 70 küsür gramlıklarını aldım; evet güzel yem ama fark yaratmıyor… Aynı işi, hatta bazen daha iyisini yarı paraya aldığım Sebile Slasher modelide yapıyor mesela.
TE> Aaa, haklısınız. Sarozda da geçen sene epey çalıştırdılar bunu. Ama bu istisna benim gözümde hala.
MA> Sebile slasher’in erimini merak ediyorum. O yamru yumru hali ile sanki hiç gitmezmiş gibi geliyor. Yada en azından karşı rüzgarda sorun çıkarır gibi.
SK> Splasher fena gitmiyor. Roket gibi gidiyor diyemem, ama fena değil. En azından kıyasladığım feed popper kadar gider…
MA> Daiwa SL shiner diye diye öldü millet mesela ama asla bir TMS 175 flyer kadar iş yapmadı buralarda. Var Duo’da bir numaralar, bu sezon bitiminde netleşir.
TE> Tacklehouse’u andırmış. Demek son dönem moda bu. Bunlar da otomobil modelleri gibi oldu artık. Dönemsel kaporta trendleri var artık
SK> Bir konu da fikirlerinizi danışayım. Ürünlerde kullanılan UV renk ve Glow tabir edilen içerisine ışık depolayan renkler konusundaki görüşünüz nedir?
Bu aralar burada glow renklere acaip bir heves var! Ancak nedense bunun ava katkıdan çok zarar verdiğini düşünüyorum. Glow özelliğe sahip hiçbir malzeme ile başarı kaydetmmiş olmam buna olan inancımı yitirmeme neden oldu sanırım. Buna karşın UV renkler sanki bağzı durumlarda ilginç artılar sağlıyor gibi. İşin garibi bir çok markanın modelinin kutusunda UV yazdığı halde, üzerinde hiç UV yazmayan bir çok diğer modelde de UV renkler mevcut! Bunu sahtelerime UV ışık tuttuğumda farkettim. Pembeler, turuncular, sarılar cayır cayır yanıyor UV ışığın altında. Buna karşın, gece zifiri karanlıkta, içerisinde ses sistemi olmayan ve uv ışık barındırmayan sahtelerle de verim aldım.
MA> Ultraviyole konusunda birşey diyemem. Ama fosforlu yani glow bi şeye yaramıyor. Hatta ben bu tip fosforlu yemle bir şey tuttuğumu da hatırlamıyorum. Gel gelelim beyaz, floresan sarı, beyaz üzeri ispirto mor kesinlikle fark yaratır…
SK> Bir şey dikkatinizi çekti mi? Son dönemde balık yakalayan tüm yemlerim ya sardalya rengi ya da -ve en çok- sedef beyaz ağırlıklı. Halihazırda Panicprey’in aynalı beyazı da tam anlamıyla kült oldu Adana’da.
MA> Çevremde herkes limon rengi sahte ile patır kütür balık alırken ben limonla hayatımda bir kez bir sarıkanat aldım. Nedense o renge güvenmiyorum. Buda negatif enerji yaratıyor diye düşünüyorum
SK> Usta bize açıkla! Diğer renklere boşa mı para döküyoruz? Bu beyazın olayı ne? Kurtar bizi usta!
MA> Beyaz bizde genellikle gece rengidir. Gördüğünüz gibi bilimsellikten gayet uzak bir cevap verdim. Haklısınız. Ustayı dinlemek lazım
derken “Yine mi DUO?” söylemi ile başlayan bu mevzu yine oltacılığın klasik başlıklarından voblerlere ve renklerine dolanıp cümle sonunda –sormak lazım, denilerek– bana bağlanmış oldu…
Reyonların birbirine yakın telafuzlu onlarca markaya ait ve form açısından da sıklıkla birbirine öykünen üretimlerle dolup taştığı bir zamandayız. Yazılarınızda ki kandırıcılara dair marka ve model odaklı anışlarınızın şu yorucu çokluğuna, takım çantalarımızı ve dolaplarımızı doldurduğumuz yetmez gibi ecnebi isim ve tanımları ile belleklerimizde de onlara ayırdığımız alanın genişliğine bir bakın hele! Hırsı yakıştıramadığım mülayim ve efendi üreticilerin dahi “bende de var” edalı plastik ürünlere düşmesi niye? Esasen arz edilen bu çeşitliliğin çok altında kalan farazi bir talebi karşılamak maksadıyla oltacılığın vicdani aklına ermemişlerin mesnetsiz hikâyeler ve uyduruk bilmişlikler üzerinden talep yaratma kaygısı ile dizi dizi üretilen yemler ne için? Görmüyor musunuz? Gümrükten çıktığı haftanın heyecanıyla memleketin üç bir yanına beklenen levrek avcısı / akya katili / lüfer mıknatısı geldi türünden komik sloganlarla dağıtılan ancak ilk, olmadı ikinci sezonun sonunda –eskiyerek bir ucu kalkmaya başlamış dövize endeksli yeşil yahut turuncu fiyat etiketi ile– tezgâhın altına doğru batmaya, reyon askısının ardına doğru kaymaya başlayan arzlar: voblerler, kaşıklar ve sair yapay yemler derken bilumum kandırıcılar…
Olta balıkçılığının özellikle son yirmi yılda keşfedilen küresel pazar kabiliyeti, meseleye yani olta balıkçılığına odaklı oluşu ile bildiğim birkaç saygın üreticiyi dahi etkilemekte.
Çoğu aile şirketi olarak anılabilecek olan bu kadim işletmelerin yönetimi ve üretim hattının kontrolü artık android kullanıcısı jenerasyona geçti diyebilirim. Belli ki iş gören eski tasarımların çalışkan kalıplarına sadık stabil tirajlı üretimlerle bugüne değin izlenen kanaatkâr pazar politikaları –popüler tavrı benimsemiş bu jenerasyonun– yeni pazar hedeflerini karşılamakta yetersiz görülerek peyder pey terk ediliyor şimdilerde. Form ve isim bazında değişikliklerle bildik ve başarılı serilerini tuhaf bir biçimde iş görmez ürünlere dönüştüren, bu tavrı ile bir anlamda kendi piyasasını tarumar eden bazı ikinci ve üçüncü nesil prestijli markalar belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. İşte, en iyilerin bile pazar yönetiminde sergilediği bu deneysel/acemi tavır, –üretim bandına da müdahil– son jenerasyonun idaresindeki beta sürümü bir pazar yönetiminin sahadaki marifeti olsa gerek. Oysa bir dönemin standartlarını belirlerken geçen on yıllar içerisinde üretim kalitesi ile tedarik mekanizmasındaki ciddiyetini kaybeden markalaşmış üreticilerin sonunda uluslararası kimlik kazanmış çatı kuruluşlarca satın alınarak –Çin üretimine teslimle– ismen kurtarıldığını ya da ederi o kadar olmayanların önce üretim hattından, tasfiye nedeniyle tenzilatlı stok satışı sonlanınca da piyasadan sessiz sedasız çekilmek zorunda kaldığı birçok örnek gördüm.
20-25 yıldan evvelinin oltacılığına tanıklık etmemişlerimizin yahut en çok 9-10 yıldan bu yana oltayla yatıp kalkanların pek kıymet vermeyeceği sade ve mazbut tasarımlar aslında ne kıymetli, ne maharetli idi. Kaldı ki benim için hâlâ öyleler… Gerçi yeninin balıkçıları, eskiyi görüp öğrenmekte pek hevesli görünmüyor ama ben gene de yazayım.
Pekâlâ neden?
Şüphesiz nedenlerin en büyüğü, geçtiğimiz on yıl zarfında kısıtlayıcı antlaşmaları ve makine parkına dönük yatırımları sona ererek kendi adına üretimler yapmaya muktedir hâle gelmiş çekik gözlü üreticiler. Parti bazında ki üretimlerle palazlanıp teker teker hürriyetini ilan eden bu uzakdoğulu ‘plastikçiler’ müstakil yatırımlarının karşılığını bulmak gayesi ile popüler düzende kataloglu bir arz çılgınlığı yaratmanın gereğini çabuk kavradı. Ama ne uğruna? Bana göre orta vadede kısmen rafine edilecek olan yapay yem segmentindeki –hem tanığı hem de talepkârı olduğumuz– bu güncel çeşitlilik, para kazanmaktan başka gaye gütmeyen Asyalı üreticilerin kâr beklentisi/şaşkınlığı ile yaşadığı bir kaynak tüketim anomalisinden öte bir şey değil. İronik olan ise yakın zamana değin küçük ve kıytırık ambalajlar içerisinde kırk yıl evvelinin düşük profilli Amerikan üretimlerine benzeyen ojeli ürünler yaparak iş görmeyi becerlemiş bu küçük ve kopyacı zevatın şimdilerde büyük üreticilerin üretimlerinden esinlenerek(!) ortaya çıkardıkları düşük tirajlı ancak, varyant zengini parti koleksiyonlar ile yine esinlendikleri bu büyük üreticilerin pazar yönelimini bile etkileyebiliyor oluşudur. Şahsen rekreasyonel bilincin gelişimine bir delalet olarak görmek adına renklerin ve farklı formların yanyanalığından hoşnut olan biri olarak yıllardır tanıklık ettiğim bu çeşitliliği etkileyici bulmakla birlikte; reyonlardan –evvela böylesi tematik sohbetlere ardından da– meralara akan “yapay” coşkuyu, yazık ki yükselen rekreasyonel bir bilincin tezahürü olarak değil de aksine akıllı telefonlarındaki her bir fotoğrafta ne denli çok balık olduğuyla avunan/övünen –rol modelsiz– heveskârların dalaleti olarak görüyorum. Tablonun geri kalanını ise birkaç istisna işletme ve şahıs dışında bu tip müşterilerinin kredi kartı limitleriyle geleceğini planlayan üreticilerin ve ticaret aracılarının –yapay yem üretimi bahanesi ile gezegen kaynaklarını hoyratça tüketme– çılgınlığı/sarhoşluğu olarak değerlendiriyorum. Sektördeki bu janjanlı kaotik tablonun farkına ‘güdüsel’ olarak varıp durumdan kendine vazife ve pay çıkarmanın derdiyle balık peşine düşenlerin de bu hoyratlıkta yerel etkisi var elbet. Görülen o ki gerektiğinde hile ve düzenbazlıkla avladığı(!) her büyük balığı memleket rekoru sayacak kadar işin acemisi olduğu hâlde esasen yereldeki tartışmalı ustalığını muhtelif markaların yapay piyasasına sermaye edecek kadar ucuzcu zevatın özçekim prodüksiyonları da –henüz doğru düzgün balık tutamamış– birçok heveskârı en büyük koliyi gönderen firma/marka odağında kandırıp ayartmakta.
Bu pazar, yetişkinlerin içerisindeki ‘oyuncak meraklısı çocuğu’ ve dolayısı ile ‘oyuncak’ın bu temadaki karşılığını öyle ya da böyle keşfetti bir kere. Bu noktada parayı bilmeksizin en çok dört bilemedin beş oyuncağı eskiterek çocukluk yıllarını yaşamış bizlerin para ile alabileceği ancak muhtemelen pek azını eskitme gücü ve fırsatı bulabileceği dizi dizi oyuncaklara bakıyoruz – eksilmeyen kalabalığına karşılık giderek gürültülü adreslere dönüşen olta marketlerinde. Ama oyuncak oyunda kıymetlidir ve elbette değeri durduğu yerde değil oyunda belli olur. Az olduğu yıllarda bile çokcasını edinip istemeden nicesini biriktirmiş, çoğunu balık ağzında yitirip deniz suyunda eskitmiş ve zaman içinde en güzellerini kendi yapıp bu yönde heveslendirdiklerine de adamlığına bakmadan işi öğretmiş birinin şuuru ile ama; oyuncak delisi olmak ile oyun delisi olmanın ayırdını çoktan bellemiş bir oltacı olarak yazabileceğimin oncasına esastır buraya kadar okuduklarınız.
…
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster