

3. kısım | Küresel Ekonominin Dar Dünya Görüşü

Buraya kadar etrafımızı çevreleyen tüm yaşamı hesaba katan bir çevre felsefesi üzerinden yaptığımız Dünyalılık açılımı, akla açıkca şu soruyu getiriyor:
Peki yaşamla dolu bir Dünya’da yüzlerce yıldır dayatılan –esas’tan yana eksik– onca “doğru” tanımına ve –usül’den yana yanlı ve ayırımcı– düşünce kalıbına rağmen insanca yaşamak adına doğru olan nedir ve doğru düşünceye nasıl ulaşılabilir?
Bu yüzyılın özellikle son yarısında gelişen canlımerkezcilik, toprak etiği, derin ekoloji, toplumsal ekoloji ve ekofeminizm gibi kuramların belirlenmesi, “ök”* sahibi insan sıfatı ile bu soruya cevap arama serüvenimizin olsa olsa henüz tamamlayamadığımız “us”** fazı olarak kabul edilebilir. Cevabı ortaya çıkarabilmek için ikinci faza geçerek etik ve felsefi yönde en geçerli ve müşterek doğruyu belirleyemediğimiz sürece sosyolojik ekolojik ve ekonomik boyutlarıyla bugün küresel ölçekte karşılaştığımız çelişki ve içerisinde yaşadığımız toplum hiyerarşisinin beslediği çarpık “başarı” anlayışı yüzünden sorunların çoğalması kaçınılmazdır.
Çok katmanlı hiyerarşik yapısı olan toplumlar aynı zamanda doğal çevrelerini kötüye kullanmaları ve ona zarar vermeleri olasılığı en yüksek olan toplumlardır. Toplumsal hiyerarşiler, doğayı sömürmek ve ona egemen olmak için gerekli olan psikolojik güdüyü ve maddi koşulları sağlamaktadır. Aynı zamanda hiyerarşik toplumlarda, toplumsal kurumlar, tarım ve teknolojiyle ilgili olan uygulamalar sömürüyü ve kaynağın denetimini kolaylaştıracak şekilde düzenlenmiştir. Ekonomik verimlilik ve başarı böylesi toplumlarda baskı düzeyi, sömürünün sürekliliği ve denetimin sıklığı bağlamında tanımlanır. Ne kadar çok insanı çalıştırıyor, canlı cansız ne kadar çok doğal kaynağı sömürüyorsanız servetiniz, gücünüz ve toplum nazarındaki statünüz o kadar yüksek görülmektedir. Böyle bir toplum insanların başarısını, insan dışında kalan doğa üzerindeki baskı ve denetimle ölçer. Diğer bir deyişle insan sıfatı taşımaksızın ve yeryüzünde varolmak dışında mevcudiyeti üzerine herhangi bir kaygı atfedilemeyecek canlı ve cansız ne kadar çok varlık sömürülüyorsa “başarı” ve “kazanç”, sömüren için o ölçüde büyük görülmektedir. Tıpkı bugünün birçok uygar(!) toplumunda olduğu gibi.
Şimdi ilk bölümde sorulan şu soruyu bir kez daha yineleyelim:
Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim söyleyecek?
Bu noktada bir adım geriye giderek, güçlü düşünce birliklerinin kurulabildiği kimi alanları, çevre sorunlarına konulan kabul görmüş tanıları ve bu sorunların çözümünde izlenmesi salık verilen yordamları yeniden gözden geçirmek yararlı olacaktır.
Çevre felsefecileri arasında, küresel ekonominin sahip olduğu dar dünya görüşünün ve ardında yatan yararcılık tercihinin reddedilmesi konusunda salt tüketici ‘istem’inin çevre politikasının ne olacağına karar veren ve çevrenin ‘değer’ini belirleyen başat etmen olmasına izin verilmemesi şeklinde güçlü bir uzlaşma vardır. Dünya, yaşadığımız çevrenin hemen her köşesinde karşılaşılan tahribatın yegâne nedeni olduğu bilinciyle ekonomik piyasalarda belirlenen kısa vadeli tüketim talepleri uğruna paraya tahvil edilebilecek ve sadece insanların tasarrufundaki asılı bir kaynak olarak görülmemelidir.
Elbette farklı odaklar üzerinden insana ve içerisinde yer aldığı çevreye yönelik etik değerler üretmeye muktedir hemen her felsefe, bütün kuramsal farklılıklarına rağmen neredeyse ortak bir duyarlılıkla insani değerlerin çok uzun süredir yanlış anlaşıldığına işaret ederken; yakın ve uzak gelecekte yaşayacak insan nesli çıkarlarının yanlış yorumlanıp sürekli göz ardı edildiğine, bitkilere, hayvanlara ve doğal dünyanın “insan” dışındaki öğelerine verilmesi beklenen saygı ve hakkın küçümsenerek Dünya kaynaklarının adaletle paylaşılmadığı hususlarına dikkat çekmektedir. Aynı zamanda bu durum, günümüz toplum düzenine egemen olan ‘ekonomi temelli “Dünya” görüşü’nün işlettiği tüm pragmatik varsayımların ve tedavüldeki “değer” dizilerinin felsefi ve etik yönden sağlam olmadığının müşterek bir diyalektikle ilanıdır da.

Ekoloji odağında farklı yöneylemler belirleyen her felsefenin fikir birliği ettiği konuların başında temiz hava, su, besin ve verimli tarım toprağı gibi temel ihtiyaçların karşılanması noktasında doğal ekosistemlerin gücünün sınırlı olduğunun ve her geçen gün çeşidi ve miktarı artan atıkları özümseyerek zarar görmeden onları zararsız hâle dönüştürebilme becerilerinin de aynı şekilde sınırlı olduğunun kabulü gelmektedir. Artık Dünya’mızın parçalanmış doğası içerisinde işleyen ekolojik süreçler eskiden olduğundan daha kırılgan ve sandığımızdan daha çok biribiriyle ilişkilidir. Dolayısı ile yaşayan bir gezegen kabulü ile “Dünya üzerindeki insan gayretleri daha az saldırgan, canlı ve cansız tüm kaynakların sömürüsü sürdürülebilirlik esasına sadık ve bugünkünden çok daha yumuşak olmalıdır”. Geldiğimiz son noktada böylesi bir kabül, artık gelecek kuşaklar ve başka canlıların yarını için iyimser bir tavsiye değil; hâlihazırda bugünü yaşayan bizlerin iyiliği için vakit geçirmeden ‘insan bilinci’nde egemen olması gereken ilk ve temel farkındalıktır.
Doğal dünyaya salt insanmerkezli değer atfedenler bile artık gezegen genelinde yaşanan sorunlar karşısında bunun gerekliliğini zor da gelse kabul etmektedirler. Zira hiç kimse hızlı ekonomik büyümenin ve sanayileşmenin hem etik hem de çevre üzerindeki yıkıcı gücünü ve bunun Dünya yüzündeki etkilerini artık görmezlikten gelememektedir. 19. Yüzyıl Avrupa’sından günümüzün Çin’ine kadar birçok coğrafyada yaşanan hudutsuz ekonomik büyümenin gerek ekolojik ve gerekse sosyolojik yönden ne denli yıkıcı etkiler ortaya koyduğu yüzyıllık yakın tarihin her satırında okunabilmektedir. Buna karşılık sürekli ve dengeli bir ekonomik gelişme idealini sağlamak adına bugün yapılması gereken ilk şey hem etik hem de ekolojik ilkelerin gözetilmesiyle olgunlaştırılacak yeni bir plandır. Bu çerçevede halka dayalı koruma gibi izlenceler, çevre adaleti anlayışının toplum şuurunda yerleşmesi, ekolojik haklar üzerinden toplum dairesinde sürdürülebilir yaşamın tanımlanması aynı zamanda sürekli ve dengeli bir ekonomik gelişmenin ilkeleriyle de bağdaşmaktadır. İnsanların –hem kısa hem de uzun dönemde– iyiliklerinin kendi ekosistemlerinin sağlığıyla doğrudan bağlantılı olduğunu anlatarak bunun gerçekliğini çevre’lerinde olup bitenler üzerinden anlamalarını sağlamak, o ekosistemleri korumak adına en akla yatkın stratejilerdendir. Bu şekilde yerel halkı içerisinde yaşayıp kaynaklarından geçindikleri kendi yöreleriyle ilgili karar süreçlerine katılmaya özendiren bir yol, hem iyi bir stratejidir hem de çevre namına o toplumun kolektif bilincinde yeşerecek iyi bir etik.
Sokrates’in “küçük bir işle uğraşmıyoruz, nasıl yaşamamız gerektiğine akıl yoruyoruz” şeklindeki söylemiyle başlayan toplum ve çevre odağındaki ilk etik kavrayışımız, bugünün çevre sorunsalında yaşadığımız anlaşmazlıklara ve uyuşmazlıklara bakıldığında çözümün ancak birleşik ve kendi söyleminde tutarlı bir etikle mümkün olabileciğine işaret etmektedir. Zira, uygar toplumun göreli ihtiyaçlarını gidermek adına çevre üzerinden sürekli sömürülen Dünya kaynaklarına karşı birleşik ve tutarlı bir etik geliştiremeyen “toplum yaşamı”, bütünlüğü, ilkeleri ve yüklenimleri olmayan hafızasız bir “sürü yaşamı”ndan farksız olacaktır.
Aslında çevre etiği odağında günümüz toplumuna egemen anlayışın genel hatları ile değerlendirildiği böylesi bir çalışmada ekolojik sorunların, Dünyalılık ekseninde irdelenen alanlardan yalnızca biri olduğunu gözden kaçırmak hayli kolaydır. Zira etkilerini gözlemleyebildiğimiz çevre tahribatı burada özetlenen Dünyalılık bilinci ve etik bağlamlar kapsamında ele alınarak tek tek çözümlenmelidir. Bu realitenin çözümlenme sürecinde ekolojik sorunlarının sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçlarıyla hesaba çekildiği yeni bir üstsel hukuk formasyonunun “çevre adaleti” kapsamında toplum tarafından içselleştirilmesi ise oldukça önemlidir. Biricikliğini kabul ettiğimiz bir Dünya’da çevreyi tahrip eden düzeni değil, incitilen yaşamı koruyan bir adalet dönüşümü sayesinde sürdürülebilirlik ekseninde kaynak temelli bir ekonomik modelle –hem düşünsel hem varlıksal alanda– gelişmeye devam edebilen yeni bir toplum anlayışı pekâlâ yapılandırılabilir. J. Fresco’nun da vaktiyle dediği ve benim de nicedir inandığım üzere insan, bu adımları atabilecek özgürlüğe sahiptir ve böyle bir amaç için toplumu yeniden düzenlemekte de özgür olabilmeli, özgür kalabilmelidir.
Öyle görünüyor ki toplumun sağlıklı ve dengeli şekilde gelişebilmesi ancak her biri diğeri ile doğrudan ilgili ve toplumsal alanda sürdürülebilirlik düzlemini ayakta tutacak olan ekonomi, çevre ve etik şeklinde üç ayaklı bir düzenin sağlanması ile mümkün olabilir. Bu üçünden herhangi birinin istikrarsızlığı ya da yetersizliği; uzun vadede tek yurdumuz olan “Dünya” üzerinde “insan” onuruna yakışır bir diklikle ayakta kalabilme ihtimalimizi yazık ki günden güne azaltacaktır.
* ök: Akıl ve anlayış (Dîvânu Lugâti’t-Türk)
** us: Hayrı ve şerri ayırt ediş (Dîvânu Lugâti’t-Türk)
Bahadır Çapar
Ocak 2019, Adana
yazının sonu
yazının ilk kısmını göster | yazının önceki kısmını göster
