

2. kısım | Dünyalılık ekseninde “denklik” algısı

Şüphesiz insanlarla bu dünyayı paylaşan sezgi sahibi diğer canlılar arasında belirgin ve ayırt edici fiziksel farklılıklar var ancak; neredeyse işaret edilen her bir fark, aynı kaynaklardan geçinerek aynı çevrede yaşıyor olmamızdan ötürü analojik açıdan türlerimiz arasında ki benzerliklerin de ta kendisi. Bildiğimiz yaşamın tek yurdu Dünya’ya ortak olan her bir türün analojisi bu denli birbirine koşut görünürken yine bu Dünyalı türlerin muhtemelen tek bir atadan evrilip şekillendikleri ortak çevreye dair his ve sezişleri ne kadar farklı olabilir ki? Hayvanların insanlarla aynı istekleri paylaşmıyor oluşu ya da biz insanların anladığı her şeyi onların anlayamıyor oluşları; yine de bizlerle bazı ortak istek ve ihtiyaçlara sahip oldukları ve anladığımız bazı şeyleri aslında onların da anlayabildiği gerçeğini görmezden gelmeye yetebilir mi? Zira yemek ve su, barınak ve arkadaşlık, hareket serbestliği ve acıya maruz kalmamak gibi esenliğe dair en temel insani istekler, insan olmayan ama Dünyayı tıpkı insanlar gibi sezgileriyle yaşayan diğer canlılarda da var. Hayvan davranışlarına ilişkin yapılan gözlemler ışığında artık biliyoruz ki insanlar gibi diğer hayvanlar da yaşadıkları ve yüzünde gezindikleri Yer’i yani Dünya’yı sadece algılamıyor; bir takım girift düzenleri bile anlayarak yaşadıkları çevreyi kesinlikle tanıyor ve bir ölçekte tanımlayabiliyorlar. Onların göz ardı edilen bu yetkinlikleri, aynı zamanda düşmanca şartların hakim olduğu çevrelerde nasıl hayatta kalabildiklerinin de bir anlamda izahını ortaya koyarken; varoluştan gelen türsel üstünlüğümüzü toplumumuzun çarpık tüketim alışkanlıklarına istinaden kurduğumuz acımasız sömürü düzeninin yarattığı uhrevi yükün kaldıracı yapmamız, sezgisel yaşamlarını sömürdüğümüz tüm diğer Dünyalılarla aramızdaki belirgin bir “aynılık”, dünyevi bir “denklik” bulunduğu gerçeğini perdeleyememektedir.
Bu hayvanlar ve bitkiler de bizim gibi, Dünya’da tek başlarına değiller ve sahip oldukları sezgi ile bunun gayet farkındalar. Tıpkı bizim gibi onlar da sadece kendilerine ait olan bir hayatın merkezindeler. Bu örneklemeler üzerinden sürdürdüğü dünyevi yaşama bakıldığında insanların diğer canlılar ile esasen “aynı durumda” olduğu pekâlâ görülmektedir. O hâlde özde çok farklı olmadığımızı zorlanmadan örnekleyebildiğimiz ve aynı Dünyayı paylaşırken doğrudan ve dolaylı olarak sömürdüğümüz tüm canlılar ve yaşayan çevre, bizim onlara layık gördüklerimizin ötesinde aslında neyi ya da neleri hak ediyorlar? Bizim dışımızdaki diğer Dünyalılara nasıl davranılması gerekiyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu bize kim söyleyecek?
İşte bunlar, psikolojik yönden onlarla aramızdaki temel benzerliği fark ve kabul edince kaçmadan ve kaçınmadan cevaplamamız gereken etik sorulardır. Ne ironiktir ki yeryüzünün doğal kaynakları üzerine kurduğumuz tiranlığın çevre üzerindeki baskısı, sebep olduklarımız karşısındaki umarsızlığımız ve türümüzü begenmişlikten gelen şımarıklığımız tarihte hiç olmadığı ölçüde artmışken; olağan sandığımız ve düzeyi ile pek övündüğümüz toplum düzeninin ne denli etik yoksunu, ayırımcı ve acımasız olduğunu anlamaya her zamankinden daha fazla hazırız. Bu tespitlerin gereğini yapmaksızın Dünya’ya ait olamayacağımız gibi Dünyalılığı kavramaksızın en büyük mucize olan yaşam’a ilişkin etik bir bakış açısı yakalayabilmemiz de kuru bir laftan ve esası ıskalayan nafile bir çabadan öte değer taşımayacaktır.
İnsan sadece kendi yaşamını korumak için mi temel prensipler ortaya koymalıdır, yoksa insan dışında kalan canlı ve cansız varlıklar da insanın kendine dair gördüğü bu bencil koruma anlayışına tabi olmalı mıdır?
İşte tüm bu sorgulayış bizleri çevre etiğinin cevap aradığı en temel “değer” tartışmasına götürmektedir. Öte yandan bahse konu alan bu sorgular yepyeni bir esasa dair olmayıp daha çok insanın ve içerisinde yaşadığı doğanın sınırlarını saptayarak “hak” tespiti üzerinden holistik bir anlayışla gözetilmesi gereken temel yaşam ilkelerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Zira iyi-doğru düzleminde çevre sorunlarına cevap arayan etikteki en büyük tartışma; değer algısındaki çok katmanlılık ya da en kısa tabiriyle müşterek hâle getirilememiş bir değer sorunu’ olup bugün dünya genelinde yaşadığımız kaotik durumu özetleyen temel sorgu şudur:

İşte tüm bu sorgulayış bizleri çevre etiğinin cevap aradığı en temel “değer” tartışmasına götürmektedir. Öte yandan bahse konu alan bu sorgular yepyeni bir esasa dair olmayıp daha çok insanın ve içerisinde yaşadığı doğanın sınırlarını saptayarak “hak” tespiti üzerinden holistik bir anlayışla gözetilmesi gereken temel yaşam ilkelerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Zira iyi-doğru düzleminde çevre sorunlarına cevap arayan etikteki en büyük tartışma; değer algısındaki çok katmanlılık ya da en kısa tabiriyle müşterek hâle getirilememiş bir değer sorunu’ olup bugün dünya genelinde yaşadığımız kaotik durumu özetleyen temel sorgu şudur:
Doğanın salt kendi başına bir değeri var mıdır? Yoksa doğanın değeri, bizim ona ne kadar paha biçtiğimize mi bağlıdır?
Dünya üzerinde bulunan canlı ve cansız bütün varlıklar kendi içerisinde tutarlı bir sistemin parçasıdır. Bu yüzden holistik anlayışın egemen olduğu bir etik, cansız varlıkları da hukuken özne olarak görmek zorundadır. Buna göre insan dışında kalan canlı ve cansız tüm varlıklar, bizlerin kısaca biyosfer dediği yaşayan küre Dünya’da –sadece var oldukları için bile– varoluşsal bir değere sahip görülebilmeli; bu şekilde müstakil değere sahip her bir varlığın insan gibi bir diğer varlığa şartsız sömürü kaynağı olması –varoluşsal hakkı adına– reddedilmelidir. Ancak, dünyanın dört bir yanında kurulu her sosyal düzenin ortak karakterini oluşturan iktisadi dinamiklerin çevreye biçtiği paha ya da bir diğer ifadeyle “kullanım değeri” karşısında tek başına çevrenin metalaşması yazık ki kaçınılmazdır. Öte yandan “insan ve çevre” ilişkisinde insanı merkezde ve sahip olarak gören algılayıştan bütünün küçük bir parçası olduğunu bilen daha kompleks bir anlayışa doğru evrilme de –ironik bir şekilde– metalaştırılmış aynı çevrenin etkisiyle kaçınılmazdır. Dolayısı ile üzerinde tartışılacak tek kısım uzun zamandır tipolojik belirtileri gözlemlenebilen bu fikrî evrimin gerçekleşebilme olasılığı değil, ne kadarlık bir sürenin ya da ne ölçekte bir çevre felaketinin sonunda gerçekleşeceğidir.
Bu bağlamda insanın çevreyle ve o çevreye paydaş tüm canlılarla ilişkisinde egemen kılacağı etik, hızla ve uzgörüsüzce metalaştırılan aynı çevrenin geleceğine doğrudan etkiyeceğinden “doğa” ya da öznel ve aslolan adıyla “Dünya”, bizler tarafından artık bir araç olarak görülmek yerine hoyratça kullanılmayıp hesapsızca tüketilmediği net bir bakışımla yeniden kavranmalıdır. Zira Dünya’nın asıl değerinin yer altında taşıdığı cansız emtiyadan değil yer üstünde himaye ettiği bunca yaşamdan ileri geldiği daha fazla yaşam ve yaşam alanı kaybedilmeden anlaşılmalıdır. Mevcut düzeni devam ettirmek adına her gün yeni bir türün yok oluş dairesine insafsızca itildiği ve bunun görmezden gelindiği günümüzün ikircikli insan toplumlarından Dünyalılık bilincinin egemen olduğu sağlıklı ve sağ duyulu tek ve büyük bir Dünya toplumuna evrilebilmek için akıl edilmesi gereken yegâne ‘değer’lendirme işte budur.
İnsanı merkeze koyan ve herşeyin sahibi sayan yaklaşım konunun başında belirtildiği üzere günümüz toplumlarında hâlen egemen olsa da insan merkezli yaklaşımın saf şeklinin uygulanması çevre duyarlılığı ve farkındalığı artan kitlelerin giderek çeşitlenen aksiyonları sayesinde neredeyse olanaksızdır. Zira küresel ölçeğe ulaşan çevresel sorunlar bu sığ çevre algısına sahip insan odaklı ve dogmatik etik yaklaşımı sürekli olarak kendi diyalektiği içerisinde çevreyi yeniden tanımlamaya ve evrilmeye zorlamaktadır. Oldukça olumlu böylesi gelişmelere rağmen Dünya’nın, –halihazırda yürürlükte ve düzene egemen durumdaki – insan merkezli tür ayırımcısı etiğin sahip olduğu dinsel ve tarihsel dinamiklerin baskısından kurtulup kurtulamayacağı ise yakın gelecek için hâlen belirsizdir. Şüphesiz üzerinde yaşadığımız Yer’i insanlık için tek ve ana yurt, yüzünü ise yegâne yaşam alanı olması sebebiyle “paha biçilemez” bir değer olarak kabul etmek, kanımca yer ve yüzü’nün korunması açısından en önemli ve belirleyici fikrî ilerleme olacaktır. Zira bugün “çevre” adı altında yaşadığımız yeryüzü sorunlarının temelinde hâlâ Dünya’nın/doğanın, içsel değerini kaybederek araçsal değeriyle ön plana çıkarıldığı şuursuz bir faydacılığın ötesine geçememiş pragmatik ve tüketim odaklı materyalist bir sosyal yaklaşım yatmaktadır. Çevre bilincinden yoksun şekilde doğaya yönelim ise önemli olumsuzluklara zemin yaratmaktadır.
Bahadır Çapar
Ocak 2019, Adana
2. kısmın sonu
yazının 1. kısmını göster | yazının 3. kısmını göster
