

1. kısım | Dünyalı olmak...

Yeryüzü ya da diğer adıyla Dünya.
Çoğumuz için küre kimine göre hâlâ düz olan Dünya.
İnsan’ın görünen ve bilinen tek varlık sahnesi olan Dünya.
Ancak onun yaşama yurt olan doğasında, yaşamla dolup taşan yüzünde varolabildiğimiz Dünya.
Çünkü Dünya, doğası ile ilk günden beri yaşamı beslemekte. Mucizenin adı olan “yaşam”, onun sunduğu tüm bu besin, enerji ve nice çeşitli kaynakla garanti altına alınmakta. Ancak geldiğimiz şu noktada Dünya’nın hiç bir yerinde ekolojik dengenin sekteye uğramadan devamlılığını sağlayacak doğal devinimlerin sürebilme garantisi artık kalmadı. Çevre, ormanların yok olmasından aşırı avcılık ve madencilik başta olmak üzere denizlerin kirlenmesine, nükleer tehditten başta ozon meselesi olmak üzere atmosferik sorunlara kadar çok geniş bir alanda uygarlığımızın yarattığı tehdit altında ve yok olan türlerle yitirilen yaşam alanları tüm bu acı gerçeğin matematiğini –üstelik sağlaması ile birlikte– uzun zamandır ortaya koymakta. Bu olumsuz tablo karşısında bugünün toplum düzeni ve insan davranışları artık daha çok ve daha derin sorgulanmak zorunda.
İnsanın doğa üzerindeki tahribatı, sanayileşme sürecine paralel şekilde artarak süregiden bir olgu olduğu için, çevreye ilişkin etik arayışı ve bu yöndeki değerlendirme ve çıkarımlar ancak sanayi devriminin sonrasında kendini gösterebilmiş düşünsel aksiyonlardır. Genel olarak çevreye ilişkin görülerek geliştirilen bütün etik yaklaşımlarda gizli ya da açık bir şekilde sanayileşmenin kirlettiği bir çevreden kaçış ve temiz bir doğaya dönüş özlemi vardır. Ancak bu ortak özlemi gidermek uğruna hepsi biribirinden farklı önceliklere sahip çeşitli etik yaklaşımlar ortaya konulmaktadır. Söz konusu çeşitlilik, mental açıdan belirli bir genişleme sağlamakla birlikte –temel odak seviyesinde ele alındığında– tamamının insan, acı, canlı ya da çevre merkezli olmak üzere dört öznel yaklaşımdan biri altında gruplandığı görülmektedir. Ancak doğaya dair olarak tanımlanan tüm etik yaklaşımlarda gözlenen bu çeşitliliğin ana nedeni insanın doğadaki nesnelere ve kendi dışındaki diğere canlılara atfettiği değerin değişkenliğinden ve zaman-mekân ölçeğinde göreceliliğinden ileri gelmektedir. Zira insanın kendi dışında kalan varlıklara atfettiği değer; onları herhangi bir nedenle ve herhangi bir şekilde araç olarak kullanabilmesi ya da onlardan fayda sağlayabilmesi nedeniyle ortaya çıkabildiği gibi, aynı zamanda bizzat onların kendi varlıklarından da kaynaklanabilmektedir. Bu atfedilmiş göreceli “değer” dairesi üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konu ise kuşkusuz “değerli kılınmış” tüm bu “Dünyalı” varlıklara karşı insanın artan bir sorumluluğu olduğu yönünde ki müspet çıkarımdır.

Dünyalı:
isim. Dünya’da yaşayan kimse.
sıfat. Dünya’ya ait olan.
İsim hâliyle “Dünya” olarak andığımız bu gezegende yaşayan her bir kimse için, sıfat hâli ile de Dünya’ya ait olan her şey için kulanılan geneli kapsayıcı bir ifadedir –çok az kullandığımızdan biraz da garipsediğimiz– şu “Dünyalı” sözü.
Kendimize ne dediğimiz ve özümüzü nereye ait olarak gördüğümüz bir yana hepimiz için mutlak geçerliliğe sahip tek ve eksiksiz bir kimlik öğesi aranacaksa bulacağımız şey sadece Dünyalılık’tır. Zira hepimiz varolup yaşadığımız tek yurttan ötürü Dünyalı’yızdır. Dünyalılık ifadesinde cinsiyet, ırk veya tür ayırımcılığı yoktur. Bu ifade kanının sıcaklığına, omurgasının mevcudiyetine, ekstremitelerinin şekline ve sayısına aldırmadan, –ne fenetik ne de genetik açıdan– birbirine benzeyip benzemediğine bakmadan; ister insan ister kuş, sürüngen, amfibi, balık yahut böcek olsun, Dünya üzerinde yaşayan büyük küçük her canlıyı kapsar. Yani insanoğlu olarak bizler, Dünya’da ki tek tür olmadığımız gibi tıpkı bizler gibi bu gezegen üzerinde aynı dinamiklerin güdümünde evrimleşen milyonlarca başka canlıyla varlık sahnesine çıktığımız şu Yeryüzü’nü paylaşmaktayız. Fakat doğma büyüme Dünyalı olan insan, diğer hiçbir Dünyalının yeltenmediği şekilde tek başına Dünya’yı domine etmeye meyillidir; üstelik çoğu zaman hayatta kalmak noktasında en az kendisi kadar başarılı olan diğer Dünyalıları değersiz birer objeye indirgeyen akla ve vicdana sığmayan bir tür ayırımcılığı yaparak.
Irkçılık ve cinsiyetçilik gibi, tür ayrımcılığı da bir grubun menfaatini korumaya karşın diğer grupların menfaatini kısıtlayacak davranışlar veya önyargılardır. Eğer bir canlı uğradığı ayırımcılığın neticesinde en tabii haklarından mahrum kalarak acı çekiyorsa, bu acıyı görmezlikten gelmeyi mazur ve haklı gösterebilecek hiç bir ahlaki açıklama olamaz. Canlının “kimse” olmaktan gelen doğası ne olursa olsun, eşitlikler prensibi doğrultusunda “sezgileri olan bir canlının acısı, sezgi sahibi başka bir canlının acısıyla pekâlâ eş tutulabilir”.
Irkçılar, kendi ırkının menfaatleri başka bir ırkın menfaatleriyle çakıştığında kendi ırkının menfaatlerini kayırarak bu prensibi ihlâl ederken cinsiyet ayırımcıları kendi cinsiyetini kayırarak aynı şeyi yaparlar. Tür ayrımcıları da buna denk bir yaklaşımla kendi türünün menfaatlerinin diğer türlerin menfaatlerinden daha önemli olduğunu düşünürler.
Kaldı ki bu düşünceyi besleyen dogmatik ve bağnaz söylemlerin itibar gördüğü toplumlarda diğer türleri hâkir ve değersiz görmek yaygın bir anlayıştır. Düşünün şimdi; aslında ne kadar çok insanın ve belki de başta kendimizin basbayağı bir tür ayırımcısı olduğunu fark edebiliyor musunuz?
Üstelik her üç ayırımcılık’ın fikrî kalıbı neredeyse aynıdır. Her insan bir “kimse”dir, bir “şey” değil kabulünden hareketle “saygı” insanlık ailesinde ahlaki bir zorunluluk olmasına rağmen, bugünün –sözde modern– insan toplumunda bile kimse’ler arasında bir güç dengesizliği olduğunda güçlü olanın güçsüz olana sanki bir “şey”miş gibi davranarak hicap duymaksızın ahlaki saygısızlıklara yeltendiğini açıkça görebiliyoruz. Öyleki güçlü insanlar güçsüz insanları –yetersizlikleri bahanesi ile– emekleri üzerinden ve daha az zeki diğer canlıları ise –kendisi gibi acı hissetmediği savıyla– varlıkları üzerinden sömürüyor. Oysa hayvanların sırf bizden daha az zeki oldukları için acı çekmediğini söyleyerek acı veren bir sömürüyü ve bu sömürüden beslenen tür ayırımcısı etik yoksunu bir toplum düzenini savunmak cehaletten başka ne olabilir. Kaldı ki hiçbir rasyonellik taşımayan bu savunma gerçeği öğrenmek için vakti ve kararlılığı olan herkes tarafından kolaylıkla çürütülebilir. Hayvanların acıyı hissetmesi konusunda bilebildiklerimiz esasen genelleme yapılamayacak kadar dar bir aralıkta ve sadece belirli hayvanların belirli uyaranlar karşısında nasıl hissettiği ile ilgili ‘davranış çözümleme’ye dayalı subjektif gözlemler ve yorumlardan ibarettir. Hayvanların yaşamı sezgileyişleriyle ilgili olarak genelleyebileceğimiz tek şey olsa olsa bazı hayvanlarda insanlardakinden çok daha hassas ve gelişmiş sezgilerin bulunduğu ve doğal olmayan şekillerde ölürken çok acı çektikleridir.
Bahadır Çapar
Ocak 2019, Adana
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster
