

Anadolu Rivyera'sı
1. kısım “Akyanın yumruğu”

İlk onda tatmıştım tuzunu denizin.
Suyu ılık, kıyısıysa yalındı bu denizin.
Akça mavisi değil miydi ya, her dem sevdiğim
Kıyısında doyup, suyunda yıkandığım Akdeniz’in…

Anadolu’nun Rivyera’sı olarak da adlandırabileceğimiz güney sahillerinin o sıcak denizi sürprizi bol, tahmini zor balıklarıyla okulumdu. Barındırdıklarına duyduğum meraktan olsa gerek kıyısı durağım, ince esmer kumsalları barınağımdı hep. Çukurova’da güneş sarsılmaz hâkimiyetini ilan ederek sıcağa boğarken kıyı ardını, Akdeniz’in akça mavisinde nefeslenmek –benim için– en güzel yaz hülyasıydı. Karadutlar bile meyvesini çoktan dökmüş, sütlü yemişler dalında yavaş yavaş ballanmıştı. Bu, akya için merada temkinli gezme zamanı geldiğinin bence müspet işaretlerindendi ya, genç irisi bu delikanlıları evvelce arayıp bulmak gereği vardı. Çok geçmeden oltacı dostlarımla netice vereceğine inandığım birkaç alan üzerinde müşterek karara varabildik. Nitekim uzun uzadıya akya arayabilecek vaktimiz olmayacak ve gün içerisinde ancak kısa devriyelerle sürütme rotalarını kolaçan edebilecektik.
Etkinlik Akdeniz’in doğusunda, İskenderun Körfezi içinde yer alan Yumurtalık Koyu’nda yapılacaktı. Serüvenimiz şafak sökümünde başlayacak, ılık kabayelin (lodosun) sakinleştirdiği sabah suyundan, nemli ve sıcak esen kıbleyle asabi dalgaların belirdiği öğlene kadar devam edecekti. Mevzu işte bu merada akya yakalamak olunca, onun bizi bulmasını beklemeden biz onu arayacaktık.
Hiçbir zaman ehlileştiremediğim serüven heyecanım, ne olduğunu anlayamadığım kısa nöbetli birkaç saatlik uykunun ardından beni kapıya dikivermişti. Aynı heyecan, bizi zifiri karanlık köy yollarından sahile çıkardığındaysa sırasıyla yapacaklarımız belliydi: Hızla ama özenli bir işleyişle botu şişirerek gerekli seyir ve oltacılık donanımlarını da yoklayıp güney istikametinde suya girmiştik. İlk birkaç kilometre içinde kahveler hazırlanıp kupalarla ikram edilmiş, üç kişilik bot mürettebatı takımlarını son bir kontrolle sürütmeye koyuvermişti.

Henüz paraketelerini toplamaya girişen birkaç balıkçı teknesine selam vererek “Ras’gele!” nidalarıyla kısmetimize doğru yol alıyorduk. Yanımda iki adet takım hazırdı. Bunlardan ilki 80-120 gramlık fırlatma aralığı ile pek sevdiğim 270 cm.lik Cormoran Thunderstick’e koşulu Banax Helicon 500G’den oluşturduğum at-çek takımımdı. İri balıklara galebe çalabilmiş bu takımı gün ortasına yakınken ve suda yakın mesafeli bir kaynama gördüğümde özellikle yüzey yemleri ile verimli şekilde kullanabilmekteydim. İkincisi ise hafif ve seri sürütmeler için demirbaş saydığım 3 metrelik Balzer Uptide ile kombine Banax Digisen 5000W çıkrığımdan müteşekkil –modern görünümüne karşın esasen konvensiyonel– bir orta boy takım idi.
Her zaman olduğu gibi sürütme kamışını daha kısa ve mukavim 30 librelik 5 parça D.A.M Steel Power ile de yedeklemiştim. Tekli iğnelerle donattığım voblerlerin oltacılıkta sağlayacağı olası avantajlar üzerine geçmişte anlattıklarımın büyük bir heves ve özenle birkez daha üzerinden geçen arkadaşlarımın sözleri arasında ilk oynağı fark etmiştim. Akabinde gördüğüm bir diğer oynakla daha da ümitlenmiş, gün içerisinde nelere tesadüf edebileceğimizle ilgili balık puluna bulalı hayaller kurmaya, temas anına ve denk gelebileceğimiz türlere ilişkin olasılıkları anlatmaya başlamıştım. Muhtemelen en çok akyaya, şansımız var ise belki bir sarıkuyruğa ve en çok birkaç kofanaya denk gelebilirdik.
Akyanın yumruğu
Yol artık bitiyor; hedeflediğim faaliyet mahalline varmak üzereyiz. Son kez birbirimize baktıktan sonra olta kamışlarını daha bir sıkı kavrayarak dümen suyuna dikkat kesiliyorum. Ofisimde yaptığımız oltacılık konulu birçok sohbette dile getirdiğim –tek iğneyle donatılmış– çift vobler koşulmuş donamla sürütme esprisini uygulamada göstermek ve böylesi uygulamalara henüz yabancı arkadaşlarıma müspet tecrübeler kazandırmak için iyi bir fırsat yakaladığımıza inansam da Latif ve Erdal’ın biraz kuşku ve daha fazlası merakla izledikleri takımımın akıbetini ben de merak etmekteyim.
İlk seti boş geçtikten sonra dönüş için sudaki ip boyunu 10 metre daha uzatmıştım ki okkalısından bir yumruk yemişçesine sarsılarak ısrarla elimden alınmak istenen kamışa hâkim olmam ancak birkaç saniyeyi bulmuştu. Balığın endamını ise emniyet için tekrar tasmalamamla sudan sıçradığı anda gördüm. Gerideki voblere abanan balık her hâliyle tam bir akyaydı işte. Olanca kaba kuvvetiyle asıldığı donamı hoyratça iki yana savuruyor, çifte tavlı çelik iğnelerimin sert vobler gövdesine çarparak çıkardığı metalik çınlamalar oturduğum yerden bile duyulabiliyordu. Derken, balık birden battı ve nasıl olduysa daha tedbir hamlemi yaparken hızla dalmayı başardı. Ambreyaja hafif bir sertlik vererek sarıma giriştim. Çaldığı ıslıktan gerginliğini anlayabildiğim kalamasız beden ipini kollayarak balığı yavaşlatmalı, çabucak yüzeye yaklaştırmalıydım. Çünkü sıra bendeydi.
Bela
Bu sırada ilk yumruğun şokunu henüz atlatabilmiş olan ekip arkadaşlarım hızla sudaki diğer takımları toplamaya koyulmuşlar ve dümen kontrolünü komutum üzerine benden devralmışlardı. Üç kişinin aynı anda, hızla ve yüksek tondan konuşup yine de birbirini anlayabildiği daha kaç ortam vardır bilemiyorum. Balığın ikinci kez su üstü yapmasıyla ekip arasındaki tatlı telaş yerini yüksek tansiyonlu bu mücadelenin oturdukları yerden keyifle seyrine bırakmıştı. Balık henüz hiçbir yorgunluk emaresi göstermiyor ve sanki ağzındaki yetmez gibi önündeki diğer vobleri de kovalıyordu. Omzumun üzerinden ileriye doğru uzanan bir parmak bana zaten izlediğim sahnenin çok da dikkat etmediğim ardını işaret ederek, “Şuna bak ustaaaa!..”, dediğinde yüzeyde çırpınan balığa takviye kuvvet geldiğini nereden bilebilirdim ki! Botun diğer tayfasından aynı anda yükselen söz hâlâ kulaklarımda:
-Al işte, belamızı bulduk!
Gerçekten de bulmuş muyduk?..
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster

