

Yarından Muaf...
Yeni ÇED Yönetmeliği ve şaşkın kamu spotlarına istinaden.

Biz neyiz? Adem neslinden bir soy yahut akıl ile donatılmış, akıl edişi ile diğer yaratılmışlardan ayrı ve üstün kılınmış olan insan! Dünün bakiyesini yarına sermaye kılmaktı; lütfedilmiş bu aklın ilk marifeti. Yarının kadrini bilen bir nizamla yaşamaktı; hem rasyonel hem ilahi icraatı. Zira düne kadar yapageldiklerimiz değil miydi artık küreselleşen ve tüm bu büyüklüğünden ötürü tamamını göremediğimiz kaygılarımızın mutlak sebebi?
Neyden bahsediyorum öyle mi?
Biricik olandan, muhtaç olduğumuz ve saymak –ama koşulsuz saymak– ile yükümlü olduğumuz yegâne yurdumuz Dünya’dan elbet. Tabii ‘çevre’mizi saran, onu doğal melekeler üzerinde var kılan her unsurdan elbet. Biraz sudan, biraz balıktan, biraz kuştan, biraz ormandan, bizim dışımızda varolandan, yaşayandan, bize rağmen, yaradanın en büyük ayeti olan yaşama tutunandan biraz da. Onlarsız bir akıl ediş neye yarardı diye soruyorum sadece. Onları, diğer canlıları, biz olmaksızın ve bize rağmen yaşayabileni görmeyen, paylarını kolayına ve kaygısını duymaksızın gözardı eden, varoluşlarından gelen tüm bu düzendeki haklarını umursamayan bir akıl mıydı neslimi onlara üstün kılacak olan, bu Dünya’yı cennete çevirecek diye umulan.
Bu algılayış mıydı beni ve neslimi geride gördüklerimizin üstünde tutan, üstüne çıkaracak olan?
Biz olmaksızın ve bize rağmen yaşayabilen kuşu, balığı kısaca bizden saymadığımız diğer yaşayanları görmeyen, kaygısını duymaksızın (onların) paylarını kolayına gözardı edip varoluşlarından gelen tüm bu düzendeki haklarını umursamayan bir akıl mıydı cinsimi, neslimi onlara üstün kılacak olan?
Oysa burada, iki kıtanın köprüsü olan Anadolu coğrafyasında son 15-20 yılda yitirdiğimiz kokuların, lezzetlerin, seslerin eksikliğini fark eden daha çok ‘adam’ yetişebilmeliydi. Daha fazla ‘adam’ gibi icraat yapılmalı, bu icraatların önündeki engeller tek tek kaldırılabilmeliydi hatta. Bir su kıyısında, bir orman gölgesinde yaşadığımız bir aradalıkların keyfini sadece mangalda pişenin hatırına ve yere serilen sofradakine ortaklıktan ibaret görmeyi keşke çok önceleri bırakabilseydik.
Sınırımız ne?
Hâlâ yer üstünden yer altına her nimeti bizim diyerek mi sayıyoruz? Ne çok seviyoruz sayabildiklerimizin hesabını kendi payımıza tutmayı, çıkanı, akanı, yaradılışından bu yana her dem mavi her dem yeşil kalanı, kendi için ve onu çevreleyen herşey için hep yerinde duranı irattan saymayı. Büyümek için ha! Küçük ve ak akılların büyük düşleri için öyle mi? Yaşamak hakkı nedir diye soruyorum sadece. Varedilmiş her unsurun var edildiği gibi kalabilme, bizim dışımızdaki ama bizim tek olmazımız şu Yer’den çıkan ile Gök’ten düşen ile yaşamayı bilenin hakkı sınırında durabilmek ne güzel olurdu. Bugünün kârından öte yarının lüzumuna erdirmek üzere taşıdığımız şu akla nasıl da güzel oturur, ne akıllıca dururdu oysa.
Ben insanım.
Bugün için olduğu gibi yarın için de çalışırım, üstelik bugünden. Yarından yana kârım mülk değil esenliktir. Ben insanım; doğal ve doğuştan gelen haklarım ile hak için yaşıyorum, ‘hak’tan anladığım ise doğal yaşamın üzerimdeki hakkı hatırına işleyişinin gereğine inanmak, sonraki ve benden yürüyecek nesillerin üzerimdeki hukukuna saygıyla idamesine gayret etmektir. Bu, imanımın, inancımın ve şiarımın temeli, yaradılışımın bence gereğidir.
Ben insanım; taşıdığım usun gereği mülkün mutlak maliki olmadığımı bilir, geleceği betonarme binaların çelik kasalarında değil hâlâ temiz kalabilmiş bir su kıyısıyla ardında direnen şu ormanın arasında kurabilirim.
Üstelik böylesi bir yalınlık içerisinde doğayı, doğal olanı paraya tahvil etmeksizin kendimi hâlâ en zengin, en gelişmiş, en donanımlı ve en akıllı varlık olarak görmeye devam edebilirim. Enine genişlerken dikine de büyüyen, bir avuç yeşile bile tahammül edemeyrek üzerine çullanan, önce tohumlarını sonra topraklarını yitirirken binlerce yıllık ziraatini de kaybettiğini bilemeyen, asırlardır bir yarımadada yaşayıp üç yanını tutmuş denizini bir türlü göremeyen, yarını kurtaracak olanın bu mavi coğrafya olacağına akıl erdiremediğinden ne sömüreceği sınırları ne de sömürüsüne sınır çizemeyen, zamanı ve hevesi tüketmek üzerine geliştirilmiş onca değersiz teknolojinin tiryakiliği ve enerji bağımlılığı yüzünden doğasına ve iklimine hiç olmadığı kadar yabancılaşan bir topluluğun kurduğu kentlerin vadettiğinden çok daha mutlu olabilir, öyle de kalabilirim.
Güven!
Kuralların tek başına ne kıymeti vardı ki. Gönyeli yasalar ile cetvel misali kurallara rağmen çizilen nice eğri projeler, büğrü planlar ortaya koymuyor mu çevreye verdiğimiz değerin ölçüsünü – memleket için, diyerek geçirdiğimiz her yasa ile günbegün hassalarını yitiren şu garip memleket coğrafyasında. Yaşama verilen kıymetin şaşmaz ölçüsüdür baktığınızda göreceğiniz şu incitilmiş çevre; sözüne kalmaz, lafına bakılmaz muktedirin hiç – görünen köy oradadır ne de olsa, yolun sağı solu ise o istikametteki ‘ilerleyiş’in sağlamalı bir ispatı gibi. Üstelik daha da kolaylaştırılıyor, bayağılaştırılıp lüzumsuz kılınıyorsa o istikametteki mesuliyet sorgusu ve vicdanlara bırakıldı ise ‘çevre’nin, ‘yaşam’ın hakkı, güvenmiyorum bugüne – yarının kaygısından ötürü. Zarar eleğinin gözlerini daha da inceltme gereği ortada dururken hangi riya ile girdiğimiz şu tekasür yarışında eleğin üstünü altına karıştırırız, zaten zayıf olan yarına dair korumacı yasaları fıkra fıkra yumuşatırız.
Fikrî kıyametini yaşayıp yeni bir şuurla dirilmedikçe –şimdi yaşayan– her insan, fiili kıyametimizi hazırlamakta nasıl ısrarcı olduğunu, ah bir bilse, popüler düzenin misakına yenilip, tükettiği doğaya karşılık çoğaltabildiği, yığıp, biriktirdiği tek şeyin –paranın– günün sonunda yenilemeyeceğini keşke görebilse. Yanlıştan dönmek için kaldıysa zaman, kaldıysa nefse azıcık galip çıkabilmiş hür bir vicdan; çevre duyarlılığını basit ve içi boş bir söyleme indirgeyen yasal düzenlemelerden dönebilmeliyiz geriye. Güvenmeliyiz sevgiye, –bağışlanmak ümidi ile– güven vermeliyiz bizi en çok sevene, doğaya, ormana, denize…
“Atalarımız yerleşimlerini yükseklerde kurdular ve değerli zirai alanları yüzyıllarca korudular, onlar bunu gelecek nesillerin mirasına sahip çıkmak adına yaptılar” teması ile bir süredir ulusal medyada çevirilen spotun hedefi gerçekten kamu mudur? Yoksa ödediğimiz vergilerle çekilen ve o küçük sevimli kıza rağmen hayli trajik bu spot, yer altı varlığını yer üstü varlığına yeğ tutan, doğal varlıkların sürdürülebilirliğini beşeri faaliyetlerin ölçeksizliğine kurban ederken ekonomosinin lokomotifi olarak inşaat sektörünü gösteren bir iradenin kendi ile çelişen ironik bir icraatı, hedeflediği kitle ve o kitleye dönük söylemiyle gerçekten de dünyanın en komik kısa filmi midir? (Bkz. Tarım Arazileri ve Gıda Koruma Kamu Spotu 2). Peki ya tarım ve orman arazilerini imara açılması ile yaratılan inşaat ağaları üstelik onca mimarı ile yeşili griye dönüştürmek için gereken her türlü yasal ve finansal destekle kalkındırılıyorken biyofilik tasarımlardan neden bihaber?
Doğal ve geleneksel ziraatin yoksul uğraşısı hâline getirildiği, endüstriyel ölçekte tek yönlü ziraat yaparak büyük parsellere egemen çağdaş ağaların yaratıldığı bir düzende hedefine seni beni koyan bu zavallı spot fevkalade ironik gelmiyor mu? Ziraate dönük yalın emeğin karşılıksızlığına karşın bölük pörçük tapulanmış tarlanı ve tapanını satma demenin karşılığı ne olabilir diye düşündüğümde toplu konut ve kentleşme ile ilgili tüm idarelerin bu spota mesnet oluşturan geri dönüşümsüz süreçteki algı ve mesuliyetlerini çok merak ediyorum.
Kaldı ki kamu spotlarında vurgulanan bu hassasiyetin kurumsal bir ölçekte tesis edilmesi gereken ilk ve asıl mecra, bu spotları yaptırıp yayınlatırken ironik bir biçimde tüm bu yanlış dönüşüme de izin ve imza veren aynı kurumlar değil mi? O kurumlarda hizmetli memurlar hangi spotu izliyor, oturdukları masada neleri dinliyor olabilir?
Esasen fevkalade anlamlı ve bir o kadar da manidar olan bu kamu spotu, şu an gündemi tutan iktidar icraatlarının kaçı ile aynı renge sahip? Spotun finalinde denildiği gibi “üretilemeyen tek kaynak bir avuç toprak” iken inşa ve ithalat odaklı tek yönlü bir gelişim yanılgısında koru koru, kıyı kıyı dere tepe yitiridiğimiz doğa için ne diyeceğiz, hangi spotu izleyeceğiz? “Biz neyiz?” faslında dedim ya; dünün bakiyesini yarına sermaye kılmaktı lütfedilmiş bu akılla göstereceğimiz tek marifet. Yarının kadrini bilen bir nizamla yaşamak olmalıydı o aklın hem rasyonel, hem ilahi icraatı. Zira yarını yarın düşünürüz, demek akla yatkın değil. Başımda taşıdığımsa yarından muaf bir “akıl” hiç değil.
Bahadır Çapar
Kasım 2014, Adana

