Önceki hafta sonu yaşadığım talihsizliklerle dolu olta macerası bir anda hayatı idame şartlarını gerektiren nitelikli bir kurtarma operasyonuna dönüşmüştü. Aracımın lastiklerini kesilmiş olarak bulduğum o meradan ayrılırken, umduğum oncasına karşın hissettiklerim mutluluk olmadığı gibi yeni hafta başında ihtiyacını duyduğum moral açığını kapatmanın bir yolunu bulmalıydım.
100’lük Levrek!
Hem de Kıyıdan
Bu öyküyü ND Tv’de sesli dinleyebilirsiniz: https://youtu.be/irVCbevrBGE
Az kaldı diye diye beklediğim güz sezonu açılmış, sağdan soldan gelen olta raporlarıyla oltasız geçirilecek her günün ziyan olduğuna kanaat getirmiştim. Son olarak “levrek” ünlemiyle haberi gelen ve “muskar” (sarıağız) olarak tescilini yaptığım İskenderunlu arkadaşım Ufuk’un (Küçükturhan) trofe denemesi –her ne kadar uzak bir ihtimal gibi görünse de– levrek olasılığını deneyebileceğime inandırmıştı beni (sağ üst fotoğraf). Malum; güz başıydı ve bol dalgalı kıyılar levreğe gebeydi.
Uzunca bir süredir oltacı meclisimizde konu, kıyıdan trofe değeri taşıyabilecek levrek yakalamanın olasılıklarıydı. Pek tabi söz konusu yegâne disiplin oltacılık ve uygulama sahte yemlerin kullanılacağı kıyı sürütmesi olacaktı. Bu konuda sözlerimin tesirinde kalan birçok arkadaşım eş zamanlı denemeler yapıyor, büyük küçük demeksizin elde ettiği verileri sıcağı sıcağına paylaşarak müşterek bir öngörü geliştirmemize katkı sağlamaya gayret ediyordu. Hedefim; sezonun ilk levrek denemesini yemlik balık varlığıyla sağlıklı görünen Payas Çayı mansabında gerçekleştirmekti. Yöre oltacılarının neredeyse yok denecek kadar az levrek yakaladığı bu mera için rapora dayalı tek kanıtım yöreden ahbabım Sezgin Erdem’in geçen sezon yakaladığı ilk ve son levrekti (sağ alt fotoğraf). Bu rapora dayanarak geliştirdiğim savım hayli basit ve anlaşılırdı: Bir kez daha neden tutulmasın!
Öğle öncesinde ulaştığım kıyı hattı açıkta nefeslenmiş sıralı dalgaların etkisiyle yavaş yavaş bulanıyordu. Beni karşılayan arkadaşlarımdan Ufuk, o saate kadar önemsiz olan rüzgârın gelişimle birlikte lodostan kuvvetlendiğini söylerken, yörenin kurdu Yusuf (Gürpınar) ağabey şimdi değilse de akşam suyunda bir şeyler alabilirsin telkinini ekliyordu.
Anlayacağınız; durumum aslında umutsuz gibiydi, sanki yanlış zamanda gelmiş, üstelik olmayan balığı düşlüyordum. Ama geri dönemezdim ve akşam üzerine kadar hayli zamanım vardı. Hem ne zaman deniz benden yanaydı ki…
Termostan bir bardak kahve doldurarak önce ufku ardından yakın kıyıyı taradım gözlerimle. Yer yer uygun derinlikte cepler sunduğunu bilsem de genel itibarı ile sığ ve oldukça taşlı çıkmaları ile donam katili bir mevkide çalışacaktım. En az yükle donandım. Bunca dalganın üzerine lüzumsuz kalmış bütün dalıcı voblerlerimi bir kenara bırakarak yalpa kanadından yoksun ve su yüzeyinde etkin formları aldım sadece. Donanımım güçlüler içerisinde en hafif ve iş bilen kompozisyonu oluşturuyor: 20-60 gr atarlı, 270 cm dama örgülü kamış namlusuyla Cormoran ThunderStick, Banax Helicon 500G ile avucumun içerisinde el sıkışıyordu. Onca zamanlık alışkanlığımın aksine bu kez kılavuzsuz olarak doğrudan voblere bağlayacağım Dyneema ipim 0,22 mm kalibre Sufix’ti ve ilk saha testini o gün verecekti.
İlk atışlarım suyun yüzeyden itibaren ilk yarım metrelik kısmında aksiyon sergileyen yalpa kanatlı hafif dalıcılarlaydı. Meranın güney yönünde kıyının yaklaşık 15 metre önünde ki kayalığı gözüme kestirerek mükerrer atışlarla ilerledim. Kayalığa yaklaştığımda oldukça düşük devirle sardığım hâlde voblerden gelen ilişken uyarısını (yüzeye yakın taşlara sürtmesinden kaynaklanan sarsıntıları) dikkate alarak en sarhoşundan ilk yüzer-gezer (WTD aksiyonlu) vobleri takıma koştum. Üçüncü atışta henüz yemi izlemeye geçmemiştim ki aniden gerilerek geriye doğru inanılmaz sık ama bir o kadar sert asılışlarıyla bu kayalık benim diyen orfozu yakaladığımı anlamıştım.
Tahminimin doğruluğu 15 metrede başlayarak 40 metreye kadar birkaç kez çıkan kararlı ve sert bir mücadelenin sonunda belli olmuştu. 60 cm.lik küçük dev –sessiz bir kükreyişin alameti– kocaman ve olabildiğince açık ağzıyla kırmalık kıyıda su üstü yapmış, tüm kesici ve delici aksamını tehditkâr bir tavırda dikleştirerek ne denli tehlikeli olabileceğini hafifçe bükülü gergin vücudu ile sergiliyordu. Keyiflenmiştim. Durduğum yere, orfozun yanına usulca çökerek termosu çıkardım.
Bir ara uzaktan açık geçen tankerlere takıldım. Dümen suyunda gezinen onca kuzuyu düşleyerek bir yanı altın ışıltılarıyla göz alan diğer yanıysa iri dalgalarıyla dimağ açan şu engin körfeze baktım. Bu kahve molası çok güzeldi. Fındık aromalı kahve ise orfoz üstüne fevkalade. Aynı yerde devam etmek olmazdı. Şimdi zorlukla denge kurabildiğim oynak iri taşlarla bezeli bu hattı aşmalı, ileride gözüme kestirdiğim buruna doğru kıyılamalıydım.
Burnun güney yakası açıktan lodosla güçlenen dalgaları alıyor, kuzey yakası ise kıyıya yan düşen dalgalarla yer yer karışıyordu. Rüzgârın dalga tepelerinden koparıp savurduğu tuzlu su damlacıklarıyla bulanan güneş gözlüğümü habire temizlemekten bıkkın şekilde sırtımı güneye dönmüştüm. İlk atışta yem tam da istediğim yere düşmemişti ama iki dalga arasında ki geniş koridoru sağlı sollu yalpalarla arşınlıyor düzensiz bilek hareketleriyle verdiğim sıçrayışlara oldukça gerçekçi figürlerle yanıt veriyordu. Derken voblerin kuyruk suyu bir anda kabararak açıldı ve kocaman bir ağız hedeflediği noktadan yemi kaparak hızla dalışa geçti. Beyaz karnı ve gümüş donuyla aradığım ansızın gelmişti işte. Ağır hızda gösterilen bir filmi izlercesine kare kare tanık olduğum bu atak anı ambreyajın devreye girişiyle tekrar hızlandı. Hızla sağılan iple birlikte kolçak hareketine yanıt vermeyen Helicon, ambreyaj vidasını sıkmamla beklenen mesaisine başlamıştı. Balık hızla kıyıya paralel şekilde kuzeye yönelmiş birkaç kez yinelediğim tasmalamalarımla çılgına dönmüştü. Ambreyaj direncini biraz daha arttırmak için makaraya baktığımda istifli ipin yarım bobine düştüğünü ancak fark edebilmiştim. Ne zaman ve hangi aralıkta sağılmıştı anlamak zordu, ama şimdi sıra bendeydi ve kamışın kabiliyetine güvenerek ipimden emin şekilde asıldım. Balık hâlâ çok fevriydi ancak sanki yönünü çevirebilmiştim. Bir ara suda sırt verir gibi oldu fakat yeni bir fişekleme ardından yine yol… Yazmaktan ziyade yaşanılası bir mücadele ile sonunda balığı dize getirmiştim. Her ne kadar arada oldukça güçlü bastırışlar yapsa da belli ki tükenmek üzereydi. Bir de o anı bekler gibi üst üste gelen dalgaların attığı şu dayak olmasa çok daha incelikli kamış manevraları ve makine oyunları ile onu karşılayabilirdim elbet.
Önümde iki olasılık vardı: Ya suya girecektim –ki üzerinde durduğum yüksekçe noktadan levreğe ulaşmayı denemek suya girmek olarak değil de atlamak olarak adlandırılabilirdi– ya da hiç istemediğim hâlde kamış ve ipe güvenerek bu cüsseyi askıya alacaktım. İlk seçeneği derhâl eledim: Kendi dengemi bulmaya çalıştığım atlama anında hayvanı ürküterek kaçırma ihtimalim vardı ve bu olmasa dahi onca dalganın içinde onu yakalayarak ikimizi de güvenli şekilde tekrar kıyıya nasıl çıkaracaktım?
Hayır, hayır!
Bu oldukça zor bir deneme olurdu ve kanımca kötü sonla noktalanırdı. İkincisi ise daha makul gibiydi: Ya kamışı ve ipi kıracaktım ya da balığı alacaktım. En kötü olasılığı göze almış vaziyette gelen ilk dalgayı izleyerek tam levreğe ulaştığı anda yarattığı kaldırma ve itme katkısından faydalanabilmiş, balığı aşırtmıştım.
Vay canına! Olmuştu…
Balık kıyıya çıkmış ve takımlardan herhangi bir üç harfli nahoş ses gelmemişti. Uzun lafın kısası nicedir beklediğim ve bu endamıyla şimdi gözümü dolduran balığımı almıştım. Sıra benden bu haberi bekleyen birkaç ahbabı aramaya gelmişti. Ama önce son bir fincan fındıklı kahve içmeliydim. Kıyıya oturmuş kahvemi yudumlarken yaptığım telefon görüşmelerinin ilki ile sonuncusu arasında –yaşanan diyaloglar açısından– neredeyse fark yok gibiydi:
-Nasıl yani? Hem de kıyıdan!
-Evet, kıyıdan…
-Hem de şu sesi gelen dalgaların içinde mi?
-Evet, duyduğun o dalgaların içinden.
-Hem de 1 metre?
-Hayır 7 cm daha küçük…
-Desene 1 metre! Adamın Tahir’e (Gürhan) nispet olacak. Usta helal sana…
Bu öyküyü ND Tv’de sesli dinleyebilirsiniz: https://youtu.be/irVCbevrBGE
Bu yazı ile ilgili olarak düşüncelerinizi sayfa sonunda göreceğiniz yorum alanında paylaşabilir, yine aşağıdaki düğmeleri kullanarak konuya ilgi duyabilecek diğer arkadaşlarınızı da bu sayfadan haberdar edebilirsiniz.
Bahadır Çapar
Mart 2007, Hatay