

Güzün Sarısına Bulalı
1. kısım | “Bir Göksu ikindisine olta atmak”

Mevsim dönüp de iklim değiştikçe güzün hâlleri her kıyıda her yakada hasıl omakta. Yazın sıcağında denizin tuzuna doymuş oltamı akarsuyun tatlı serinliğine bırakmanın vaktidir artık. Seyhan’da kaybettiğimin değilse bile yüce yurdunda özlediğim o sarının peşi sıra çıkmalı yükseklere, aşmalı kuytu yamaçlardan dolanan patikalarla sıra sıra dizili şu dağları; ermeli ovanın ardında dinelen Toroslara…
En son İmamoğlu merasında, Seyhan suyunda gördüğüm o sarışın oğlanların yukarı yurdunaydı özlemim. Açığında ısıtan, duldasında titreten bu yüksek rakımlı coğrafyaya bir öğlen sonunda kavuşmuştum ancak. Vakitlice çıksam da ovadan, döne çıka geldiğim uzun yol tüketmişti günün çoğunu. Yapanların altından eğilip karamıklar arasından seyirterek vardığım o ırak, o ardıç kuşlarının ötüşü ile şenlenen yalın suya; Göksu’ya varmıştım sonunda ya ziyanı yoktu yiten zamanın. En sevdiğim renklerle bezenmiş şu ikindi peyzajının sarısını bulmaya elbet kalanı da yeterdi zamanın. Tahtalı Dağlar’ından aşağı, yol boyu beslediği platonun her nebatı ile demlenip süzülerek gelen Göksu’yunun, Tufanbeyli kırsalındaki dirsekleri pek tenha, sazlık ve berdi öbekleriyle çevrili kıyılarında ise zaman durur – akan sudur yalnızca…

Akan suyun direnci ile fasılalı şekilde eğilip kalkan berdiler arasından oltamı fırlattığımda incecik olta bedenine kösteklediğim o küçücük iğnede dizili üç kurtçuk pek güzel bir ikindi atıştırmalığı idi kuşkusuz. Az öteme kadar sürüklenen oltanın zemini kavramasını bekledikten sonra gün batımına kadar sürecek rafine dinlencemin mekânı olan ince sazlığın berisinde hafifçe eğilerek yerleştim. Ancak ırmak tabanında salınan oltamın titrettiği olta kamışının narin ucundaki ritmin bozulacağı o an’ı yakalamak gayretiyle neredeyse tüm duyularım tetikte bekliyordum. Nice sonra kamburlaştırmaktan sızlattığım sırtımın hatırına yanıbaşımdaki taşa dayanarak henüz çömelirken beni yabanın şu kıyısına getiren özlemimin sona ereceğini nasıl bilebilirdim!

Olta durmuştu işte; beden boşlamış ve sanki biraz da yürüyüp durmuştu önüm sıra. Sen de dur, dedim kendime. Ağır ol ve sabret ! Sabret… Nazlıydı beklediğim. Biliyordum; zira yemi alana kadar oltanın ucunda ettiği her nazı çekip de acemiliğimdeki aceleciliğim yüzünden kandıramadığım nicesi olmuştu. Yanılsam, heyecanıma yenilip vakitsiz bir hamle yapsam dişsiz ve yumuşak ağzından iğnenin kurtulması işten bile değildi. Onu tutmak için sabretmeyi iyi bellemiştim o yüzden, sabredecektim de. Hem tek gezmeyi de sevmezlerdi öyle öbür iri bıyıklı balıklar gibi. İçlerinden biri, yanındakilerden fazlaca bir iki kuyruk vursa yahut fevri yüzse alayı boşlardı merayı, işkillenir de dönmezlerdi uzunca. Nazlıdır bu sarışın oğlanlar anlayacağınız. Aceleye gelmezdi yakalanışları. Acele etmeden ama son ana değin çatlaksız bir dikkat, deliksiz bir sessizlikle kandırılabilirlerdi ancak.

Ne sızı kalmıştı belimde ne de ince kamışı sıkıca kavrayan elimi sağırlaştıran şu ağrı… Göksu’nun şerbetli suyunda semirmiş pullu ve bıyıklı mahlukatın eksik hayali bile bir anda silivermeye yetmişti hissettiğim yorgunluğun tüm gerçekliğini.
İşte! Yine yürüyor olta, hem de akıntının tersine. Artık zamanı gelmemiş miydi?
Balık belli ki yemi iyiden iyiye ağızlamış yutağında gevelerken başka bir lokma bulmak ümidiyle yerini değiştirmeye başlamıştı. İlk hamlemi bileğimi bükerek yaptığımda misinadaki boşluğun bir anda kaybolmasıyla, küçücük olta makinesinin vızıldaması arasında anlayabildiğim tek şey balığı kandırmayı becerebildiğimdi ama, tuttum, diyebilmek için henüz çok erken. Balık az ötedeki derin dirseğe tez ulaşmış ve aniden geriye dönerek bana doğru koşmaya başlamıştı bile. En zoru buydu işte akarsuda oltacılığın. Balık, makineden hızlıdır hep. Boşluk bulursa kolayca kurtarır kendini oltacının elinden. Bu yüzden değil miydi olabildiğince ince bir kamışa kânaat edip de buralara kadar onunla gelmem. Balık, dar akarsu yatağında hangi yöne kaçsa istediği yolun bir kısmını olabildiğince esneyen kamışın boyundan çalıyor, ani dönüşlerinde ise yükü bir anda azalan kamış aynı hızla kendini toplayıp dikilerek takımda balığın lehine bir gevşekliğin oluşmasına mahal bırakmıyordu. Nihayetinde tam da bu şekilde çalışmasını umarak donattığım olta işinin hakkını veriyordu. Elimdeki donamın yetkinliğinden emin şekilde zapt etmem gereken bu feveran oğlanı bir an evvel almaya odaklanabilirdim artık. İlk birkaç dakika akıntıya karşı koşan balık artık ağırlamış, kıyılatma gayretime inatla dirense de yakın suyuma girmeye meyletmişti bir kere. Usulca sarmayı denerken kendi heyacanım yetmez gibi öte yakadan bastıran balığı da yatıştırmaya çalışıyordum. Bir an balığın çekiştirdiği yönde misinanın altında kalıp akan suyun şiddeti ile –savrulan kılıçlar gibi– önüm sıra salınan sazlığa gözüm takıldı. İncecik misinam onlara takılırsa vay halime! Balığı yukarı yürüterek bir şekilde bu ilişkenli kıyıdan uzaklaştırmayı denemeliydim.
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster
