

Dünyalılık Bilinci ve “Balıkçılık”
1. kısım | Bir kıyıdan ötekine rekreasyon algısı…

Bugünün “modern” insanı, kısa sayılacak sosyal tarihi içerisinde sürekli olarak doğanın temel yasalarını yaşamın belirleyici gücü olmaktan çıkaracak bir düzenin imarı ile uğraşmış, yaban tarafından çevrili ilkel koruganlarını günümüzün yabanı çevreleyen kalabalık betonarme kentlerine dönüştürmeyi başarmıştır. Özellikle bu sürecin son yüzyılında sucul yaşam ve çevre bilimindeki onca edinim ve gelişmeye rağmen yerine alternatifler koymayı henüz başaramadığı canlı sucul kaynakları neredeyse küresel ölçekte güdülen kısa vadeli çıkarlar uğruna artan bir ivme ve sucul yaşamının dinamiklerini umursamaz bir anlayış ile tüketmeye devam etmektedir. Oysa aynı kaynaklara bugün olduğu gibi yarın da –belki çok daha hayati düzeyde– ihtiyaç duyacak olan aynı “modern” insan, sömürdüğü tüm bu varlıkların, dengede olma durumunu onca zaman gözetmediği doğal yapının devamlılığına ve sürdürülebilir bir anlayışla kullanımına endeksli olduğunu anlamakta yüz yılı aşkın süredir zorluk çekmektedir.
Küresel ölçeğe ulaşan çevresel sorunlar, insan odaklı dogmatik “çevre” yaklaşımının kendi diyalektiği içerisinde yeniden sorgulanarak tanımlanması gerektiğini çoktandır ortaya koymakta. Dünya’nın, –halihazırda yürürlükte ve düzene egemen durumdaki– “topraktan gelen insan” merkezli tür ayırımcısı etiğin sahip olduğu dinsel ve tarihsel dinamiklerin baskısından kurtulup kurtulamayacağı yakın gelecek için ise hâlen belirsiz. Üzerinde yaşadığımız Yer’i insanlık için tek ve ana yurt, sularla çevrili yüzünü ise yegâne yaşam alanı olması sebebiyle “paha biçilemez” bir değer olarak kabul etmek, kanımca suyu ve toprağı ile yer ve yüzü’nün korunması açısından en önemli ve belirleyici fikrî ilerleme olacaktır. Zira bugün “çevre” adı altında yaşadığımız yeryüzü sorunlarının temelinde hâlâ Dünya’nın/doğanın, içsel değerini kaybederek araçsal değeriyle ön plana çıkarıldığı şuursuz bir faydacılığın ötesine geçememiş pragmatik ve tüketim odaklı materyalist bir sosyal yaklaşım yatmakta.
Ancak ne ironiktir ki yeryüzünün doğal kaynakları üzerine kurduğumuz tiranlığın çevre üzerindeki baskısı, sebep olduklarımız karşısındaki umarsızlığımız ve türümüzü begenmişlikten gelen şımarıklığımız tarihte hiç olmadığı ölçüde artmışken; olağan sandığımız ve düzeyi ile pek övündüğümüz toplum düzeninin ne denli etik yoksunu, ayırımcı ve acımasız olduğunu anlamaya her zamankinden daha fazla hazırız. Bu tespitlerin gereğini yapmaksızın Dünya’ya ait olamayacağımız gibi Dünyalılığı kavramaksızın en büyük mucize olan yaşam’a ilişkin etik bir bakış açısı yakalayabilmemiz de kuru bir laftan ve esası ıskalayan nafile bir çabadan öte değer taşımayacaktır.

Üzerinde yaşayabildiğimiz tek gezegen olan şu mavi kürenin mevcudiyetine ve dolayısı ile doğasının devamlılığına dair güdülecek her çıkarın, kendi türümüzün geleceği bahanesiyle güzelleyerek güttüğümüz bütün çıkarların da kaidesini, garantisini oluşturduğu gerçeğini hâlen ıskalıyor olmamız bu anlama zorluğunun bir sonucu olsa gerekir. Bugün geldiğimiz son noktada bozduğumuz ve bozulmasına neden olduğumuz gezegen düzenini –belki de içten gelen bir dürtü ile– özlemekteyiz. Günbegün yok ettiğimiz doğal çevreyi özleyerek her fırsatta beton ve çelik kentlerimiz arasında sıkışmış –çoğu birbirinden kopuk– durumdaki yeşil ve mavi kıyılarda soluklanmaya gayret eden, ancak bunu yaparken bile tüketmeye, kirletmeye devam eden bizlerin hâli ise gerçek bir ironidir.
Her geçen gün artan sayıda insan, kentsel yaşamın rutininden sıyrılarak günlük kaygılarından uzaklaşmak için en basit ifadesi ile doğaya koşmaktadır. Kimi zaman elinde oltasıyla gündoğumunu bekleyip kimi zaman suda kürek çekerek ya da kıyı patikalarında pedal basıp, sırtında çanta elinde kamera bir su kıyısına inerek temiz ve sağlıklı bir sulak çevreye dair duyumsadığı dürtüsel özlemi, doğanın huzur veren kucağına duyduğu ihtiyacı gidermenin –heyecanlı olduğu kadar keyifli– yollarını aramaktadır. Oysa doğaya karşı giderek artan bu yönelim, bireyin aynı varlıklara gelecekte de ulaşmasına mani olabilecek önemli olumsuzluklara da zemin oluşturmaktadır. Giderek kalabalıklaşan ancak, belirli bir çevre bilincini kazanamamış ve hevesini duyduğu, uygulayıcısı olduğu uğraşının kuramsal kaidesini ıskalayarak tematik kültürünü henüz kavrayamamış bireylerce gerçekleştirilen kıyı ve su etkinlikleri, zaten oldukça hassas ve kırılgan hâle gelen sulak alanların insan taşıma kapasitelerini aşarak geri dönüşü zor, hatta yıkıcı etkiler de yaratabilmektedir.
Küresel ölçekte yürüdüğümüz yol, en önemli tatlı su havzalarının çevresindeki artan kentleşmenin ve dolayısı ile çoğalan rekreasyonel faaliyetlerin bir sonucu olarak katı atık yüküne takılmadan dolaşıp sıkılmadan suyuna bakacağımız ‘izsiz’ ve ‘yüksüz’ bir kıyı bulamadığımız, sonsuz sanılan okyanuslarda bile neredeyse plastik parçacık yükü taşımayan tek bir duru damla bırakmadığımız bir gezegene doğru gitmektedir. Bu yüzden kolay verilen tavsiyelerle bir iki gereç satın alarak başlanacak kadar basit görünen/gösterilen bireysel uğraşıların bile –eğer uygulama sahnesi doğa ise– nasıl yapıldığının önemsenmesi gereken bir zamanda yaşadığımız unutulmamalıdır. Ancak ve ancak ticari olduğu kadar rekreatif açıdan da kıymet taşıyan balıkçılık gibi aslen ciddi ve kadim uğraşıların hem metodik hem de etik yönü, özlemle karışık bu ham doğa hevesi ile mayalanırsa; insan zihninde müspet farkındalıkların oluşması ve doğal çevrenin yetkin bir bilinç hükmünde kontrollü ve sürdürülebilir bir ölçekte kullanılması mümkün olabilir.

Balıkçılık temasında örgütlenen toplulukların yöneylemi, rekreasyonel etkinliklere güdümlü insan merkezli pilot uygulamalar ve çözüm odaklı projeler ortaya koymak olmalıdır.
Sivil toplumun bu yolda ilerleyen aktörleri, Dünya’nın, biz ziyankâr evlatlarına sunduğu canlı ve doğal kaynaklarla bu kaynakların ve hepsinden önemlisi suyun doğru ve akılcı kullanımına odaklanabilmelidir. Diğer bir ifade ile sucul yaşamı koruyarak sulak alanların rekreasyonel kullanımına dair kişisel farkındalıklarımızı ya da paydaşı olduğumuz türlü tespitleri ve çözüme ilişkin akıl edişleri kılavuzlayıcı bir güce dönüştürmek maksadı ile kurulmuş tematik sivil toplum örgütlerine ihtiyaç vardır. Kısacası SÜBAÇAD gibi, yegâne gezegenimize dair duyduğumuz ve “Dünyalılık şuuru” olarak da özetlenebilecek mesuliyetin gerekliliklerini –en azından kendi lokalinde ve balıkçılık gibi teknik olduğu ölçüde rekreatif değer atfedilen uğraşılar kapsamında– gerçekleştirebilmeyi amaçlayan müstesna yapılar tesis edilmeli, nitelik artışı ile birlikte sayıları çoğalmalıdır. Fakat temel amaçları içerisinde sucul çevrenin, bilinen tüm dinamik unsurları ile korunmasının da yer alması gerektiğine inandığım sivil toplum kuruluşları, insan olgusunu bu dinamiklerin dışında tutmayı öngören salt bir doğayı koruma, hayvanları yaşatma dernekleri gibi çalışmamalı, böyle sanılmamalıdır.
Ancak ve ancak sucul çevreye “duyarlı” ve bununla ilintili “bilinçli” meşguliyetler edinmiş birey sayısını toplum genelinde artırarak gerek kamuda gerekse kurumsal arenada ciddi farkındalıklar yaratmaktan bahsedilebilir. Fakat mevcutlar üzerinden gidilirse sadece bir balıkçılar ya da balıkçılık derneği de değildir ‘balıkçılık sorunsalı’nı tek başına çözmeye muktedir olacak olan. Böylesi bir gaye ile bir araya gelerek örgütlenen bireylerin ortak şuuru şayet meselelerin rekreatif yönlerine güdümlü insan merkezli pilot uygulamalar ve çözüm odaklı projeler akıl edemiyor, böylesi bir yöneylem belirleyemiyorsa ortada duran sorunsalı büyütmekten, anlaşılabilir olanı anlaşılmaz, çözülebilir olanı düğümlemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Doğayı korumak için önce “insan” demeliyiz. Çünkü; kendisine hayat veren doğal düzene karşı cahilce bakan insanın karşısında uyarı levhalarının ve tel çitlerin ne denli kifayetsiz kaldığını görerek bu tarz uygulamalarla çevrenin, kaynakların, suyun ve balığın korunamadığını bilecek kadar çok “insan” olayına tanıklık etmedik mi? Ancak çevre konusunda cahil insanın aydınlanma reçetesinde su soluyanları anmaksızın yalnız metoda odaklı ve her yazılan doğrudur varsayımıyla “okuyun” şeklinde yeknesak çıkarımlar önermenin yetersiz kaldığını, başta doğru gibi görünen bu tarz kestirme yaklaşım ve kolaycı önermelerle sorunun kaynağını teşkil eden bilgisizlik ve umursamazlığı gideremediğimizi –her geçen gün büyüyen çevre sorunsalına baktığımızda– bir kez daha görüyoruz.
Bahadır Çapar
Nisan 2012, Adana
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster

