

…bilseydik
2015’te ülkemde ki biyolojik çeşitlilik algısı.

1992 yılında üniversite macerası henüz başlayacak olan ancak nicedir yabana, yabanıl olana dair merakının peşinde gezinen bir genç olarak birkaç ajansın “dünyadan…” diyerek verdiği haberler içerisinde nakledilen Dünya Zirvesi‘nin ben de yarattığı heyecanı dün gibi hatırlıyorum. Ancak bir haberin detayına anında erişmek gibi bugünün olağan olanaklarından mahrum olduğumuz o yıllarda meselenin tatminkâr detayına ulaşmak bile birkaç yıldan fazlasını almıştı.
Birleşmiş Milletler tarafından Brezilya’nın Rio De Janeiro kentinde gerçekleştirilen ve sürdürülebilir bir yaşam için mutlak bir gereklilik olarak işaret edilen biyolojik çeşitliliğin enine boyuna konuşulup uluslararası nitelikte sözleşmelerin imzalandığı o zirveye ilişkin cüzi bildirimin 92 Türkiye’sindeki karşılıksızlığı, takip eden bir haber ve aksiyon olmayışından kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Bugünün sorunları büyüyüp dururken yarına dair konuşmak belli ki anlamsızdı da toplumumda. Kaldı ki “Rio Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” olarak anılacak olan bu uluslararası seneti ülke olarak 5 yıl sonra imzaladığımızı ise ancak 2000 yılında duyacaktım. Yine de canlılığın değer göreceği ve korunacağı yarınlara dair söz veren bir ülkenin bireyi olduğuma inançla yine de memnun olmuştum. Şimdi bunun bile üzerinden nice zaman geçmişken yine geçen o zamanın tanıklığında yarına dair verdiğimiz bu imzalı sözün gereği diyerek yaptıklarımızın yazık ki yapamadıklarımızın gölgesinde kaldığını net olarak görebiliyor, Dünya’daki ekolojik çöküşün çok daha belirgin emareler gösterdiği şu zamandaki kayıtsızlığımızı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum.
Attığımız o imza ile “çağdaş” bir ülke ve bu ülkenin mevcudiyetini teşkil eden “uzgörülü”, yitip gidenin “farkında” bireyler olarak Dünya’ya verdiğimiz sözün ne anlama geldiğini acaba düşündük mü hiç? Dünya üzerindeki tüm canlı çeşitliliğinin bizden yürüyecek her neslin kaliteli ve sürdürülebilir bir yaşam sürebilmesi adına korunup kollanması gereğine olan inancı paylaşıyorduk o imza ile. Sözün, tek ve devasa bir ekosistem olarak görmemiz gereken yetkin bir Dünya’nın yaşayan ve yaşanılabilir bir gezegen olarak kalabilmesinin önemini görmek ve değerini gözetmek adına verildiğini anlayabildik mi?
Sanmıyorum.
Benim diyerek tasarrufta bulunduğu her coğrafyanın aslında bütünün bir parçası olduğunu, etrafını çevirerek kendi hesabımıza ayrı tuttuğumuz hiçbir toprak parçasının Dünya’ya yani aslına dair çizdiğimizden ayrı bir kaderi yaşamayacağını anlatan hakiki bahisler vardı o sözleşmede.
Oysa burada, iki kıtanın köprüsü olan Anadolu coğrafyasında son 15-20 yılda yitirdiğimiz kokuların, lezzetlerin, seslerin eksikliğini fark eden daha çok “adam” yetişebilmeliydi. Daha fazla “adam” gibi icraat yapılmalı, bu icraatların önündeki engeller tek tek kaldırılabilmeliydi hatta. Bir su kıyısında, bir orman gölgesinde yaşadığımız bir aradalıkların keyfini sadece mangalda pişenin hatırına ve yere serilen sofradakine ortaklıktan ibaret görmeyip asıl büyük ve paylaşılası nimetin sofraya yaydıklarımız değil sofrayı yaydığımız yer olduğunu keşke çok önceleri anlayabilseydik.
Keşke pişmiş et kokuları ve mangal dumanı ile tütsüleyip karın tokluğu uğruna çerçöple kutsadığımız o kıyıları; taş altında gizlenen, suda yüzen, toprak üstünde biten canlılığın –artık hepsi bizden küçük, hepsi bizden az– aktörleriyle buluşabildiğimiz eşsiz birer varlık sahnesi olarak görebilsek, yabaniliği ile sevebilseydik. Kentlerimizin kıyısında direnen yabanda bizim dışımızda ve bize rağmen yaşayanların hakkını bilip, bugün için bildiklerimiz kadar yarına dair kaygılarımızı da dillendirdiğimiz yaşam öğretisinin paydaşlığına acıkabilseydik biraz da. Geçen bunca zamanda keşke tabiata ve canlılığa dair kuramsal bilgilerimizi uygulamalara dönüştürebilen öğreticilerimizi çoğaltarak üzerinden geçinip günbegün tükettiğimiz canlı mirası sözde ve söz ile güzellemekten ötede artırabilseydik. Doğayı korumaya dair bildirimleri hemen hepsi kurşunlanmış ironik tabelalarda yahut trajikomik kamu spotlarında değil bireyin aklında ve vicdanında çoğaltabilseydik.
Özgürce ve herkes için, herşey için akan ırmakların kıyısında çoğalttıklarımız fayda-zarar hesabında çuvallanmış santrallerden çok ormanları ile kalkınan bir yaban da olabilseydi mesela. Canlılığın değerine olan inancımızı salt kent parkları kurarak değil bütün bir ülke coğrafyasını ulusal park gibi görerek ifade edebilseydik. Her türü kendi doğası içerisinde yaşatmayı becerip, steplerinden tuzlalık kıyılarına değin faydalandığımız hemen her tür gıdanın atası olan yahut genetik kaynağını oluşturan yabanıl canlı çeşitliliğimizi ottan böcekten ibaret saymayan bir idareyi iktidar kılabilseydik hepten. Gerçek anlamda hazırlanmış doğa tarihi müzeleri gezip mirasçısı olduğu o toprağın üstünden gelmiş geçmişlerin nicesini görerek ‘yaşam’a dair müspet bir farkındalık kazanabilmiş çocuklar büyütebilsek, hiçbir toprağın mutlak sahibi olmadığının bilincine erebilmiş, sadece kendinden yürüyecek bir soy için değil kendi dışında ama en az kendisi kadar varlık sahnesinde hakkı olan her canlı adına emanetçi olacak aydınlık ve vicdanlı nesiller yetişitirebilseydik.
Keşke, son büyük buz sahanlıklarından olan Larsen buzuluna 5 yıl ömür biçildiği –‘Kuzey Buz Denizi’nin birkaç yıl içerisinde ‘Kuzey Denizi’ne döneceğinin artık anlaşıldığı– şu gün elindeki kar baykuşu figürü ile eğlenen oğluma eriyerek yok olan kutup ekosistemi ile yitecek bir kuşun talihsizliğine “hiç” katkımız olmadığını söyleyebilsem…
Biyoçeşitliliğin korunması adına yapabildiklerimizin, neden “…bilseydik”, diyerek andıklarımızdan fazla olamadığını anlatabilsem bir de.

