Telefondaki ses; “Hocam sonunda bir yerde buldum ama emin olamadım, bu makine pek bir ufakmış sanki LRF makinesi gibi bişey bu. Hani sizden görüp duymaya alışık olduklarımızdan olmayınca yanlış mı not aldım acaba, diyerek tekrar sorma ihtiyacı duydum. N’olur kusura bakmayın.“, dediğinde “Küçük olması gerekiyor zaten, doğru makineye bakıyor olmalısınız, rahat olun bir yanlışlık yok.“, diyerek değerli dost Orhan’ı (Avşar) sanırım hem şaşırtmış hem de rahatlatmıştım. Ama kendi bağlamında tereddüte düşmekte haklıydı Orhan: Yüzlerce kiloluk orkinoslara tek başına galebe çalıp onlarca kiloluk akyalara ve dahi sarıkuyruklara olta dirediğini bildiği bir adamın ne işi olurdu avuç içine sığan ufacık bir makineyle…
Mitchell 310 pro ile LRF'ye nostaljik bir bakış
30 yıl önce, 30 yıl sonra
Kendi serisi içerisindeki en küçük kalibreyi isteyerek yeni yeni minik yapay yem koleksiyonları oluşturmaya heves eden 4 yaşındaki küçük oğlum –ve arada sırada kullanabilmek ümidiyle azıcık da kendim için– hafif ve sağlam olduğunu ümit ettiğim iki yeni olta makinesi sipariş etmiştim nice zaman sonra. “Hafif zokalı takımlar” ve “kaşıklar” ile oltacılık başlığı altında teknik detayları ile kaleme dahi alarak zaman zaman yinelediğim kıyı etkinliklerinin bakiyesiydi; oltacılığın enstrümantal gelişiminde emeği çok olan Mitchell tercihim. Yıllardır hem denizde hem de göllerde büyük keyifle kullandığım 10 ila 30 kalibreler arasındaki “minik” olta makineleriyle ~1-15 gram aralığında çalışan “en hafif” olta kamışlarından denkleştirdiğim narin takımlarla çokça balık yakaladım yabanda. Kıyı oltacılığı’na dönük hafif donatı kombinasyonlarını “LRF” kısaltması ile refere eden güncel üretimleri takip ederek –bir anlamda– bu eğlenceli hafifliği yeni yeni keşfeden (!) heveskârların ise ıskalamaması gerektiğini düşündüğüm makinelerdi şimdi gelmesini beklediklerim. Malum; telefonda Orhan’ın da vurguladığı üzere şimdilerde her küçük şey LRF için yapılmış gibi algılanıp (!), oltacılığın hemen her disiplini altında yer tutan küçük kalibreli onca donatı neredeyse evveliyatsız yepyeni bir eğilimin laboratuvarından çıkmış bilinmedik ürünler gibi tanımlanıp satılır duruma geldi. Tabi bu “eskiyi yeni yapma” konusundaki piyasa hevesinin aslında hem yeni bir moda ile oltacılık pazarının tüketim trafiğini hem de maloluş-satış performansı yüksek küçük ürünler sayesinde bazı firmaların pazar getirisini yükseltme çabasından başka bir şey olmadığı unutulmamalıdır. Pek yakında bir başka balıkçılık modası daha yaratılarak –esasta ve usülde çoktan derinleşmiş– bir diğer oltacılık segmenti de aynı mantık ve üslupla pekâlâ yeni bir şeymiş gibi tekrar pazarlanırsa şaşırmayacağım. Zira bu devşirip çoğaltarak yeni’lik diye satma tavrı –evvela jigging sonra lerefe derken– ikidir para ettiğini ispatlamış görünüyor.
Ancak; vitrindeki “yeni” söyleminin aksine, oltacılığın klasik disiplini altındaki mutat usüllerden devşirilmiş yöntem ve donatının yeni bir icatmışçasına tekrar keşfedilip yeniden ambalajlanarak –üstelik eksik ve zorlama sayabileceğim kısaltmalar eşliğinde– paraya tahvil edildiği popüler trendlerin (eğilimlerin) şimdilik sonuncusu işte bu “LRF” (Light Rock Fishing) dedikleri.
Oysa durum; belirli dönemlerde ismi değişse de cismi ve cibiliyeti yerinde duran kadim metot ve gereçlerin yeniden yorumlanmasından başka bir şey değil. Bununla birlikte zorlama olduğu kadar kırık bir teknik jargonla –özellikle genç uygulayıcılar arasında– modaya dönüştürülen lerefe gibi popüler teknikler, işin ustası olmaya ve öyle anılmaya gayretli bazı uygulayıcıların sandığı ya da anlattığının aksine; ne yeni birer akım, ne de yeni bir balıkçılık tekniğidir. Piyasanın ve sahanın kendi dinamikleri doğrultusunda olta balıkçılığı ana akımında zaman zaman yükselerek tekrar rağbet gören ve her yükselişinde günün üretim kabiliyetleri ölçüsünde teknik ögeleri de renk, desen ve form itibarı ile güncellenerek şüphesiz çeşitlenen hafif zokalı/ağırlıklı sürütmelerden öte bir şey değil hemen her muhabbette anılır olan şu LeReFe. Dere ve çaylarda alabalık arayan ya da Dünya’nın dört bir yanında buz üstünde kış levreği yakalamaya çabalayan her oltacının yarım asırlık takım tercihi –makine ve kamıştan bilumum kandırıcıya kadar– kendi döneminin en küçük ve hafifleri olduğundan küçük kalibre oltacılık ürünlerinin yer aldığı belirgin bir ürün segmenti daima var olmuş ve layığıyla da kataloglanmıştır. Bu izahattan hareketle oltacılıkta mutlak bir yere ve lüzumunca çeşitlendirilmiş donatıya sahip böylesine yerleşik ve bilinen bir sınıfı, denizel kıyı etkinlikleri çerçevesinde “yeni” saymak ise olsa olsa oltacılığın beynelmilel çapını bilip teknik teferrruatını öğrenmemekten ya da –satanından, alanına– sadece güncel ürünlerin sergilendiği vitrinlere bakarak meseleyi henüz tanıyıp anlamadan tanıtıp anlatmaya çalışmaktan kaynaklanan hem teknik hem de tematik bir yanılgıdır kanımca. “Bu yeni bir tavır, yeni bir stil” diyerek iki sezonluk ürünlerle işin “usta”lığına heves etme şımarıklığına ise şimdilik burada değinmeyeceğim.
İşte bu yanılgının popüler piyasadaki tezahürü olsa gerek; küçük olta makineleri, hafif olta kamışları, envai çeşit ufak tefek zoka, dip kaşığı, silikonize yem ve voblerlerle tıka basa dolu yeni mağaza reyonlarının tabela başlığı şimdilerde hep LeReFe. Öte yandan büyük balığa rast gelebilmenin giderek zorlaştığı kalabalık kıyılarda, cesametli yırtıcıların (büyük balıkların) peyderpey terk ettiği incitilmiş meralarda; haddinden kuvvetli, ağır ve pahalı takımlarıyla –çoğunun hiçbir zaman ras’gelmeyeceği balıkların hayaliyle– gezinip boşa olta atanları yeni ve bu kez hem daha hafif, hem de daha kolay uygulanabilecek başka bir hevese angaje etmek tematik açıdan olduğu kadar ticari yönden de akıllıcadır. Üstelik oltaya yeni yeni merak duyan, ancak olanca deneyimsizliğine ve teknik yetersizliğine karşın –uluslararası piyasanın da tahriki ile– ille de ‘jigging’ diyen herkesin adını duysa da ömründe görmediği neredeyse her balığın en irisine şuursuzca sardığı pahalı ve abartılı bir dönemin sonunda; tersine bir eğilimle(!) rekreasyonel getirisi bugüne kadar göz ardı edilen kıyı balıklarına yönelerek hedefi ve belli bir ölçüde bütçeyi küçültmesi, birçok uygulayıcının gerçekten tutabileceği makul büyüklükteki balıklarla tatminine de olanak sağlayacaktır diye düşünüyorum. Tersine eğilimden kastım, oltacılıktaki edinimleri ve dolayısı ile hedefi küçükten büyüğe doğru bilinçli bir şekilde geliştirmek yerine, temel oltacılığı bellemeksizin “büyük balığın gereğini” becerememe gerçeği ile –öyle ya da böyle– yüzleşip sonunda ölçeği ve hedefi küçültmenin lüzumuna erme hâlidir. Vakti zamanında pek sevdiğim ve “oltacılığa dair” epey emek verdiğim eski arkadaşlarımdan biri olan Latif’in (Uğurluçimen) eşlik etmesini istediğim ancak gönülsüzlüğünü görüp ısrar etmediğim bir kıyı seferinin ertesinde en büyüğü 20-25 santimlik kıyı balıklarının yer aldığı fotoğraflarıma bakıp “usta seni bazen anlayamıyorum; canavar balıkların peşine çıkıyoruz deyip bize ağır takımlarla denizde oltacılığı gösteriyor, akyayı, sarı kuyruğu, sırtı kararmış lüferleri anlatıp balığın izini sürmeyi öğretiyorsun, sonra dönüp zayıf takımlarla avuç içi kadar balıklara bir başına olta atarak dar bir kıyıda tüm gününü geçiriyorsun” demesi üzerine verdiğim cevap, bana göre bir “balık avcısını” bir “olta balıkçısına” dönüştürecek olan tematik eğilimin şeklini ve yönünü net bir şekilde ortaya koymaktaydı:
“Benim oltacılığımda bacak boyu balığa olta salmak ile avuç kadar balığa olta atmak arasında “değer” farkı yok. Kaldı ki o fotoğrafta oltacılığın matematiğine bakıyorsun. Küçük balığı yakalamakta ustalaşmadan büyük balığın hesabına olta atmak, temel matematiği kavramadan mühendisliğe soyunmak olur. Senin anlayacağın arada bir büyük hesaplamalara girmeden evvel temel matematiğimin üzerinden geçmek bana iyi geliyor, mutlu ediyor, hazır hissettiriyor. Hem baksana şu balıklara nasıl da güzeller…”
Tıpkı o gün gibi bugün de 100-150 gramlık melanur için attığım pipetli ince takımın kıyıda yaşattığı heyecan, 100-150 kilogramlık orkinos hatırına saldığım ağır takımın açıkta yaşattığından daha kıymetsiz değil.
2003 senesinin güneybatı Anadolu kıyısında LeReFe nedir kimse bilmezken küçük kalibreli olta ve hafif yemlerle (Ligth) kayalık bir merada (Rock) zaptedilmiş iki deniz turnası (Fishing).
O hâlde LeReFe diye diye gayet güzel özetleyip eski günlerden bahisle keyfince yerdiğin üç renkli (LRF) bu güncel fotoğrafta garip ya da yanlış olan ne, diye mi soruyorsunuz? Elbette garip olan kıyıdan küçük balık türlerine olta atmak değil – dedim ya! Ama lerefenin sözüm ona yeni bir akıl edişmiş, teknik ve teçhizat açısından yeni oluşan bir balıkçılık segmentiymiş gibi algılanarak, hafif takımlarla ilintili yılların oltacılık görgüsü ve teknik birikiminden bihaber uygulayıcılarca son birkaç yılın ürün ve söylemleri üzerinden içinin doldurulmaya çalışılması nazarımda ciddi bir metodik hatadır. Hâlbuki 200-500 gram arasında ağırlığa sahip porsiyonluk kıyı balıklarının rağbet edeceği türden hafif kandıcılar ve takımlarla verilecek bir oltacılık gayretinde, makine ve kamışların da bu hafifliğe duyarlı kalibreler dahilinde denkleştirilmesi 30 yıl önce de bilinen ve uyulan bir zorunluluktu, enstrümantal oltacılığın bugünkü mekanik kimliğini kazanmaya başladığı 150 yıl önce de! Nitekim etraflıca düşünüldüğünde tercihteki bu zorunluluğun; dünden bugüne popülerleşen yeni bir tekniği, yine bu tekniğin adıyla üretilmiş yeni ve çoğu deneysel gereçlerle uygulamak gibi esasen zorlama bir estetik hassasiyetten dolayı değil de, yeni heves ettiği makbul bir metodu kavramaya gayretli birinin her olta atışında gerçekleyeceği ‘oltacılık fiziği’nin teknik sabitlerinden ileri geldiği idrak edilebilir.
İkinci milenyumun ilk birkaç yılında Karataş kıyısında eskittiğim küçük kalibreli takımlarla kayalı ve hafif zokalı bir enstantane. 1-5 gram fırlatma aralığına sahip el yapımı 180 santimlik iki parça SPRO Exclu Spin kamış üstünde Ø 0,20 mm.lik SIGLON yüklü 22 kalibrelik Sidewinder ZS1000 makine ve 3-6 gr aralığında boyladığım zokalı silikonize yemler.
İri bir makinenin takıldığı uzun ve ortalama ağırlıktaki bir kamış, 3-5 gramlık bir yemin hareketine sağır kalarak bilek hareketleri ile aksiyon verebilmeyi de pek mümkün kılmaz. Bu yüzden düşük ağırlıklı takım üzerinde duyumu ve kontrolü kaybetmeyen küçük kalibreli makinelerle kombine edilmiş hafif ve ince olta kamışları, bu usülün heveslileri için ister istemez en doğru seçimler olacaktır. Yani LRF tanımlaması ile etiketlenmiş olsun ya da olmasın bir karışlık sudan birkaç metreye kadar muhtelif derinlikler sunan kırmalık ve taşlık kıyı meralarında çipuradan melanura ve mercana, mırmırdan sargoza ve levreğe kadar birkaç yüz gramla birkaç kilogram arasında olabilecek birçok sofralık balığın itibar edeceği hayli düşük ağırlıktaki zoka ve dip kaşığı gibi türlü yapay yemi olabildiğince uzağa savurup en küçük temasa bile duyarlı şekilde toplamak zaten bu tip küçük makine ve hafif kamış kombinasyonlarıyla verim alınabilecek bir yönelimdir.
30 yıl önce de 10 kalibrelik minnacık makineler vardı ve benim ilk makinem de o dönemin en miniklerinden biri olan Shakespeare OMNI 10‘dan başka bir şey değildi. Kaldı ki o günün şartlarında Mersinde’ki Orfoz Balıkçılığın sahibi rahmetli Kemal (Günel) amcanın vitrininde –hem sıkletime hem de annemin benim için bu işe ayırdığı bütçeye uygun– başka bir şey de yoktu zaten. 80’lerin sonunda üç beş gramlık pirçollerden müteşekkil ilk zokalarım ve iğnelerine iliştirdiğim 2-3 santimlik kırmızı, beyaz sasilerimle bir öğle sonunda tuttuğum bir düzine kadar melanurun oltacılığıma kattığı hassa, yıllarca Viranşehir’den Limonlu sahiline (Mersin) değin aynı takımlarla nice çipura ve mırmırı kandırmamı sağladı. Birkaç sezonun sonunda çarşıya gide gele esnafıyla tanış olduğum memleketimde (Adana’da) daha iyi bir makine bulmuş ve parasını büyük amcamın verdiği karne harçlığımla tamamladığım gün soluğu aslen kunduracı olan Mehmet ağabeyin Vakıflar Hamamı yanındaki küçük ‘holtacı dükkanı’nda almıştım. Tesadüfe bakın ki henüz ilkokul öğrencisiyken almaya niyetlendiğim bu ikinci makine; iyi kötü balıkçılık malzemesi bulabildiğim üç beş Büyüksaat esnafının vitrininde yine tek, yine minik bir devdi: Shakespeare 2200 GX serisinden avuç içi kadar grafit gövdesinde tek rulmanıyla –adeta bir dikiş makinesi gibi– tıkır tıkır işleyen taş gibi bir Sigma 025.
Elinde balıklı oltasıyla çizgi film karakterini andıran mavi renkte güleç bir oltacıyı amblem edindiğinden midir, yoksa ilk kez onda gördüğüm plastik bobiniyle afili duruşundan mıdır bilmem ama; zamanın en kıymetli misinası benim için Alman malı Maxima’ydı. O yıllarda Çin üretimi olup olmadığına dair satın alınan bir malın standartlarıyla ilgili herhangi bir menşe hassasiyeti duyulmazdı.
Bir ürün Alman malıysa mühendisliğinden işçiliğine kadar her aşamasıyla Batı Almanya’da (Made in West Germany) yapılıp orada üretilmiş demekti ki bu, misinanın kalitesine ve künye değerlerine gönül rahatlığıyla güvenebileceğiniz anlamına gelirdi. İsmi, şekli, rengi, künyesi ve etiketi yıllarca değişmez, kullananın gözünde ve aklında şeklen de yer ederdi. Nitekim o yıllarda oltacılığın hevesi de meralarda yaşanırdı, dükkanlarda değil. Dinamizm sudaydı, kıyıdaydı, mağaza raflarında değil… Voblerden çok kaşık, zoka ve sasi satılır, herkes gibi ben de kurşundan, demirden, kromdan mamül bu ürünleri alıp ekseriyetle metal kandırıcılar kullanırdım. O yüzden benim gibi meselenin evvelini bilip dününü yaşamış bir “h-oltacı” için ne bu mevzu ne de bu takımlarla balık yakalamak üç günlük bir akıl ediş hiç değil!
8 takım poşetli Krokodil misinaya denk yüksek fiyatına karşılık yeni makinemin hatırına Mehmet ağabeyin beraberinde armağan ettiği beyaz plastik bobinli Maxima, benim için o yaz menzil artırıp hedef büyütmenin yolunu açacaktı. Bisikletle son sürat eve gelişimi hatırlıyorum. Ø 0,20 mm.lik ışıl ışıl bir naylon misinayı hiç fire vermeden tek seferde makinenin makarasına aktarıp uzun uzun seyretmiş, sonra Der-Top kutumun üzerine koyup resmini bile çizmiştim. Düşünün 11-12 yaşlarındayım. Tek sorun memlekette ince misinaya uygun fırdöndünün bulunmayışıydı. Bundan ötürü çipurayı, melanuru ve mırmırı –bugün için bile– iddialı sayılacak hafif takımlar ve birkaç gramı aşmayan zokalı sasilerle yakalayan çocuk yaşta bir oltacı olarak sağlam ve zor gamlanan bir misinanın ehemmiyetini Maxima’yla birlikte keşfetmiş, yakaladığım her balıkta kıymetini daha da bellemiştim.
Aradan geçen yıllar içerisinde küçük makine kullanma hevesi 10 kalibrelik Daiwa D-spin500‘den 20 kalibrelik D.A.M Quick VSI microlite FD gibi istisnai makinelerle bugüne kadar geldi. Edindiğim küçük makinelerle kimselerin inmediği kayalık kıyılarda olgunlaştırdığım hafif zokalı dip sürütmelerinin hatırası hâlâ bu kadar canlı ve bu düzende olta atmaya hiç ara vermemişken, onca yıl evvelinin malzeme yokluğunda tıpkı benim gibi büyük heves ve gayretle nice oltacılık gerecini temin edip merada –tanımı ve tavrı belli olan bir düzende– kıra eskite ustalaşmış oltacıların sırf “ecnebi balıkçılar böyle anıyor, bizimkiler de onlardan bilip şimdilerde böyle yazıp çiziyor”, diyerek yapageldikleri işi yeniden adlandıracak hâlleri yok elbet.
Bugünün oltacılığı içinde LeReFeye ‘esas’tan yeni bir keşif gibi yaklaşan heveskârlara bunun olsa olsa ‘usül’den yeni bir fark ediş olduğunu hatırlatmak isterim. Son olarak tüm okuyuculara usta (!) sıfatıyla izledikleri her kişinin balık avcılığı ile olta balıkçılığı düzleminde gittiği yönü ciddiyetle tayin ederek tuttukları boylu balıklarla değil oltayı doğru tutmakla ilgili paylaşımlarına daha çok önem vermeleri tavsiyesiyle 30 yılın küçük kalibreli olta takımları özetine şimdilik bir ara vereyim.
Bahadır Çapar
Ekim 2015, Adana
1. kısmın sonu | yazının 2. kısmını göster