Yorulmaz bir takipçi, amansız bir yırtıcı olarak bilir çoğu olta balıkçısı onu. Aslen mavi derinliklerin sığlıklarla sınır tuttuğu hattın uyanık devriyesidir çoğumuza göre ya; nasıl tanımlarsak tanımlayalım sert mizacı ve var oluşundan gelen üstün avcı becerileri hepimizin kabulü, ortak tespitidir ona dair. Ünü kendinden önde yüzer hep. Çoğumuz oltasının ucunda görmese de namını duyar, şanını biliriz bu balığın. Kısmet dersek ucunda getirebildiğimize oltanın, kısmetimde baraküda yakalamak varmış bu sefer kıyısında çalıştığım şu eşsiz meranın.
Kıyıdan Ba - Ra - Kü - Da !
Zamanın iri “sahte” kullanan tek kıyı oltacısından…
Bu öyküyü ND Tv’de sesli dinleyebilirsiniz: https://youtu.be/D-H_KxS1zlw
Son karşılaşmamızdan bu yana bir baraküda görmeyeli nice zaman geçmişti. 2004 yazının başıydı ve belki hava tıpkı şimdi ki gibi. Bilirdik iklimin değiştiğini ama bu denli sık zikredilmezdi mevcudiyeti o vakitler. Yeşil Ovacık’ın dar, küçük ve derin bir koyunda, ardımda gün batımıyla sahilde uzanan gölgelere dalan bir tarihin kıyısında yakalamıştım son baraküdamı. Hesabını yapmamıştım şu zamana kadar ama neredeyse 3 yıl sonra bir kez daha rastlamıştım bu balığa. Bu kez mera daha doğuda, İskenderun Körfezi’ne bakan Payas’ta. Mera, doğru zamanda büyük balık verebilen, bilenin gittiği ama olabildiğince tenha bir coğrafyaydı. Genel olarak kırmalık, yer yer taşlık ve kayalık olan deniz tabanı, güçlü dalgaların etkisiyle suyu şerbetlendirir, çakıllık kıyısı çalışmayı bir hayli zorlaştırırdı. Ancak o gün durum olabildiğince güzel, deniz burası için nadir sayılacak kadar duruydu. Rüzgâr güçsüz, dalgalar sönüktü. Öğle ortasında bir buçuk sularında başladığım seferime çıkarken misafiri olduğum arkadaşlarımın “bu saatlerde bir şey çıkmaz, güneşte boşu boşuna yanacaksın” demelerine şapkamı göstererek sessiz bir tebessümle cevap vermiştim. Balığa denk gelip gelmemek elbette kısmetime yorulacak sondu, zaten olta balıkçılığımın sermayesinden değil miydi yanarak harcayacağım birkaç saat. 240 cm.lik boyu ve ortalama sertliği ile pek sevdiğim kompozit grafit iki parça spin kamışıma makine olarak 50 kalibrelik bir makine (Line Winder ZS4000) takmıştım. Makarasında bir buçuk kulaç uzunluğunda Ø 0,30 milimlik florokarbon misinayla kılavuzladığım Ø 0,24 milimlik Dyneema olta ipi yüklüydü. Yanımda lüzum gördüğüm ve o mera için seçtiğim vobler, kaşık ve sair kandırıcılarımın (yapay yemlerimin) yer aldığı çantamla artık kıyılamaya hazırdım.
Kıyının başında iki balıkçı durmuş, onlara yaklaşan beni izliyordu. Yanlarından geçerken başlarımızla selamlaştık. Uzunca boylu olanı –yanındakini dürtüp– kılavuzun ucundaki voblerimi göstererek; “Usta ne yaptın! Bu kadar büyük sahteyle ne alırsın ki kıyıdan?” dediğinde sırıtan diğerine doğru aynı tavırla gülümsedim ve “bakalım, göreceğiz…” diyerek ayrıldım yanlarından. Garipti şu insanoğlu: Aynı hevesi paylaşan ve uğruna yıllarını veren ama denizin neyi neye vereceğini sesli olarak düşünmemesi gerektiğini bir türlü fark edemeyen şu avare insan ne garip…
Hakikaten hava durgun ve görebildiğim her nesne, her şey zamanda durmuş gibiydi. Aheste kıyıya kavuşan dalgaların sesi de olmasa arada uçuşan birkaç karabaş martının kanat seslerini duymak işten bile değildi. Uzun bir süre kullanacağım donamın önce menzilinde ve sonra da açığında oynak olup olmadığını izleyip, merayı dinledim. Hiçbir olağan üstülük yoktu görebildiğim. Ne bir baskın ne de bir uzak kıyı geçişi fark edememiştim. İlk set için X-RAP serisi kandırıcılarımdan 14 cm uzunluğu ve 43 gr ağırlığı ile kısmen dalan iri bir uskumru taklidi kılavuza bağlıydı, hani şu az önce karşılaştığım oltacılara büyük gelen “sahte”. Belirli mesafelerde durup tekrarlı atışlarla tüm menzilimi tarayarak ilerlemeye devam ettim. Gömlekle çıkmış olmam büyük rahatlıktı ama son cemrenin üstünden 5 gün geçmesine karşılık su hâlâ soğuk sayılırdı – tıpkı 1999 baharı* gibi.
Bir karış suda korkusuzca gezinen ilaryaları izledim bir süre. Ne afacan yüzüşlüydüler. Belli ki daha oyun çocuğuydular – sıralı ama birbirini kovalayarak gülüşen. Sonra daha uzağı denemeliyim diye düşünerek savurdum kamışı olanca gücümle. Çok uzun sürdüremezdim bu eforlu atış performansını, ama üst üste dokuz on kere deneyebilirdim elbette. Derken dördüncü atışta unuttuğumu sandığım o adına yakışan vuruşla sarsıldı sıkıca kavradığım kompozit kamış. Önce esnedi olabildiğince sonra birden boşaldı. Ama ipti makarada sarılı olan ve neredeyse çene şaklatmasını bile hissedebiliyordum tuttuğumun kamışın sapından. Balık kıyıya doğru koşuyordu şimdi ve acele etmeliydim boşluğu alırken. Çünkü ilk geriye dönüşünü az evvel yapmış ve bir kez daha şiddetle sarsmıştı kamışı. İkincisinde daha sert olacağı kesin. Önce hızla kıyıya doğru koştu, sonra tekrar geriye ve geldiği açığa dönerek asıldı, asıldı, tekrar asıldı…
Makara olanca hızıyla ip sağıyor, sağılan ip mekikten geçerken üzerindeki deniz suyu ince zerrecikler halinde etrafa savruluyordu. İlk görüntüyü o zaman verdi balık. Sağılmasına karşın gergin tutmaya çalıştığım iple onu yüzeyde dizginlerken, ağzındaki ağırlıktan iyice huylanan balığın evvelce gem vurulmamış bir aygır gibi nasıl da tepinip kuyruk dirediğini tüm detayı ile izlemiştim. Balığı 30 metre kadar kıyıya yaklaştırdığımda her saniyesinde ter attığım 15 dakikalık ilk mücadeleyi de çoktan tamamlamıştık.
Teslim olmamıştı balık, ama hırçınlığı sığ suya girdiğinde birden kaybolmuş, kamışla yönlendirmelerime bile riayet edecek kadar uysallaşıp durulmuştu sanki. Makara cızırtısı kesikli hâle döndüğünde balığı son metrelere getirmeyi de başarmıştım. Ağzında ki yemimi net olarak seçebiliyordum artık. Arka iğneden yakalanmıştı ve 14 santimlik koca yemin yarısı hâlâ ağzının içinde olduğu hâlde az evvel ki heyecanına tezat umarsızdı. Kolayına kurtulamayacağına o an inanmıştım. Kamışın ucunu kıyıya doğru yatırdığımda bir karış suda olan balığın başını olabildiğince yumuşak, ama becerebildiğim ölçüde seri bir hareketle sudan keserek kırma çakılla kaplı esmer kıyıya çıkardım.
Çok çırpınmadı. Sanki karaya çıktığının farkına varmamış gibi sakindi önce. İlk kez ona dokunduğumda anladı galiba geldiği yerin sertliğini, karşı koyulamayan çekimini. İşte o an ilk oltaya bindiği hâline dönerek karada yüzer gibi kıyının ince çakıllarını tokatlayıp uzun silindirik gövdesini sağa sola savurmaya başladı. Suyun yönünü biliyormuşçasına denize yönelmiş, iri gözleriyle kıyıya vuran dalgaları kollayıp onu kolaycacık alarak, bu kendine çeken sert ve tuhaf yer’den kurtaracak birine ulaşmayı istiyordu sanki. Ama nafile; sudaki her küçüğü korkutan şu gösterişli gövdesi her hareketiyle ince çakıllı zemine biraz daha gömülüp onu iyice tüketiyordu. Sonunda vazgeçti çabalamaktan. Oysa, ne kadar azametli nasıl da yılmazdı çehresi ve şimdi olanca güzelliği ile ellerimdeydi. Olmaz denilen zamanda, tutmaz denilen yemle, ihtimal verilmeyen bir kıyıda düşüvermişti oltama. Mutluydum derinden, hissettiğimse ancak bir olta balıkçısının anlayabileceği türden.
Baraküda / Iskarmoz, Sphyraena sphyraena (Linnaeus, 1758)
Balığın gayretine kesin bir şekilde son vererek sığdığı kadarıyla sırt çantama yerleştirdim ve vakit kaybetmeksizin donamı kontrol edip yemi bir diğeriyle değiştirmek üzere davrandım. Kılavuzum hâlâ zedesiz, zıvanam sıkı ve fırdöndüm rahatça dönüyordu. Sırasını savan 14’lük uskumru taklidini 29 gram ağırlığında 13 santimlik az daha küçük bir tirsi ile (SureCatch, Pince Minnow) değiştirdiğimde ise ikinci sete artık hazırdım.
Geriye, geldiğim yöne dönerek geçtiğim yerleri son bir tekrarla taramaya başladım zira kıyıdan ayrılma vakti gelip çatmıştı. Ağırdan da alsam adım adım tamam ettiğim hattın sonunda tam da son atışımı toplayıp yemimi iki karışlık sudan kesmeme ramak kalmışken fark edebilmiştim ardından geleni. İpiyle birlikte nefesi de tükenen yemin başı sudan kesilirken hemen hemen bir metre gerisinde telaştan uzak bir edayla yüzen ve kol kalınlığındaki gövdesini süsleyen dikine esmer bantlarını –saniyede 120 karelik bir çekimin 24 kare hızla seyrindeki gibi– tek tek saydırarak gerisin geriye dönen ikinci baraküdayı gördüğümde gerçekten de çok geçti. Dağınık gruplar şeklinde yayıldıklarını biliyordum. Bu kabadayı demek ki yemimi son anda fark etmişti ve belki az daha ardından yüzdürebilseydim yutmaya ikna olacağı şu tuhaf bakışlı lakayıt tavırlı tirsimi anlaşılan o ki önünden pek çabuk kaçırıvermiştim.
Evet, birkaç balık sığ suda önüm sıra yayılıyor olmalıydı. Ama tamam deyip nasibimi çıkarmıştım sudan ve fazlasını denemeye de zaten vaktim kalmamış.
Mizacım en başından böyleydi hep; kararımı bilir, olta atmaya vakit biçip tamam dedikten sonra “denizde artsın”, diyerek tereddütsüz bırakırdım oltamı. Gider ayak yaşadığım böylesi rastlaşmaları da kolay bir ihtimal kabilinden görmek bir yana “bir dahakine bak kimi tutacaksın, Çapar” diye yorumlamayı pek sevdiğimden, samimi bir uğurlamanın sonuna eklenmiş nazik bir davetten sayıp da oltaya davranmaktan utanırdım us’umca. Uzun lafın kısası mevzu balıksa yeter’i bilir; onca hevesime karşın nefsime yenilmez, yenilenlerdense pek haz etmezdim.
Olta atıp balık tutarak eğlendiğim ne de güzel bir kıyıda günü bitirmiş de, vaktimi tamam etmiştim yine. Ufka yaklaşan güneşin hükmünde biten günün tadına vararak kıyıdan ayrılırken bir dostun sesi yankılandı uzağımda:
-Bahadır!
Bu Süleyman (Sandal) ağabeyden başkası değildi. Bakana gülen yeşil gözleri ile mavi kıyılarda yıllarını geçirmiş bu güzel adam, bölgenin evveline ve balık yakalamaya dair engin tecrübesiyle sözlerine itibar ederek oltacılık görgüsünü muteber saydığım kıymetlilerimdendi. Günün erken saatlerinde yemlik balıklarını tutarak gayet iyi bildiği mevsim azmanlarına olta atar, teferruattan uzak ancak oldukça güvenilir iptidai bırakmalar ile fevkalade balıklar yakalardı. Sarıldık, hasret giderdik. Son gelişimden sonrasına dair havadisleri dinledim önce, sonra kısa bir sohbet ettik. Nereden kaydın aşağı, diye sorduğunda, senin mırmır merasından bu yana ağabey, dedim. Sırt çantamın kapağından çıkan kuyruğa işaret ederek gülümsedi ve sırtımı sıvazlayarak ekledi:
-Ama mırmır yakalayamamışın!
Kahkahalar içinde birbirimize bir kez daha sarılarak vedalaştık. Gün yavaş yavaş batıyordu körfezin ufkunda. Geldiğim kıyıdan arabaya yöneldiğimde seferimin başında karşılaşarak merhabalaştığım şu iki balıkçı aynı yerde bırakmalarını atmış keyfediyorlardı. Uzunca olanı döndüğümü fark edince yerinden kalkmadan bana doğru seslendi:
Gün yavaş yavaş batıyordu körfezin ufkunda. Geldiğim kıyıdan arabaya yöneldiğimde seferimin başında karşılaşarak merhabalaştığım şu iki balıkçı aynı yerde bırakmalarını atmış keyfediyorlardı. Uzunca olanı döndüğümü fark edince yerinden kalkmadan bana doğru seslendi:
-Ustaaaa, ustaaaa, n’oldu? Duttun nuuu?
Yürümeye devam ettiğim hâlde tek elimi geriye doğru hafifçe kaldırarak duyacağı güçte cevapladım:
-Nerdeeeee…
*1999 baharı: Yazarın Payas Çayı mansabında olta attığı ilk vakit.
Bahadır Çapar
Mart 2007, Hatay