Kıyı ardındaki koruluğa çekilip pürlerle döşeli serin toprağa uzanarak -gölgede serpilmiş menevşelerin sevecenliğinde- dingin kıyıları seyreylemek mi? Gamsızlık değildi bu ancak, tüm yalınlığımla hazza ermekti ve çok sürmezdi sefası. Sürmedi de. İşte!.. Geriliyordu yine misinam ve gülümsüyordu o çocuk – oltasına düşen ilk balığın tarifsiz sevinciyle.
“Bir Zamanlar Seyhan”
Zamanı gelmişti. Cemreleri sayarken biliyordum elbet!
Yağmura doymuş toprakta açan binbir çiçeğin muştusuydu rengârenk yeni bahar ve yaşanacak nice güneşli günün sevinciydi her dalda cıvıltılarla kutlanan. Ak alınlı Torosların karıyla çoşkun Seyhan, nehirden denize değin can verdiği Çukurova’yı çoktan yeşil esvabına bürümüş, rengârenk kelebekler uçuruyordu ıslak avuçlarından. Dal dal, yaprak yaprak uyanıp ovanın güneşiyle şımaran böğürtlenlerin gölgelediği serin kıyılar, sığda yüzen bahar mahmuru sazanların suyunda yeni serüvenlere çağırıyordu, her doğan günle yine beni…
Hazır mıydım?
Çocukluğumun kıyılarına gitmeye evet! Koruluğun başında koyulduğum ince çığırdan kıyıya vakitlice varmak için acele ediyordum etmesine ya, mayıs böceklerinin yeni şarkılarına eşlik eden Arap bülbüllerini ürkütmeden sessiz ve yumuşak adımlar atmayaydı yine de gayretim. Baharın henüz uyandırdığı koruda dört bir yana öbek öbek serpilmiş pembe yanaklı beyaz menevşeler nasıl da gülümsüyorlar pürlerle döşeli neftî yataklarının ılıklığında – elinde oltası, pür dikkat aralarında yürüyen bu adama.
Yeni bahar!
Gerçekten bir uyanıştı yaban için. Yakınından ve sakınmadan geçen bir kuyruksüren ailesine yahut oklu kirpiye kaç kişi denk gelebilmiştir bilmem ama, sanki olağandı türler arası bu barış ve hatırlanası esenlik hâli, şimdi biraz daha yaklaştığım şu tenha kıyıda. Çantamın askılarını az daha sıktım korunun sonunda ki dik inişin başında. Uzun adımlarla yollandığım kıyının açıklığı ve ardında ki firuze rengi su iyiden iyiye belli olunca; arada kalan son bir kaç ağacın artık zaptedemediği altuni ışıltılarıyla gölün yüzünden yansıyarak adeta yeniden yüzüme doğan güneşeydi ilk seslenişim:
Merhaba güneş, merhaba kıyı, merhaba Seyhan!
Günün çok da erken olmayan şu vaktinde, sıcak basmadan, koruluğun batı yakasında kalan gölgelik ve serin kıyıya kaymaktı amacım. Bir gün evvelinden kardığım yemlik hamurumu hafifçe kaynatmış, günden güne ılınan suyun azdırdığı sazanların kayıtsız kalmayacağını umarak çeşitli nebatla terbiyelemiştim de. Öyle ki; teptiğim toprak çığırdan çıkmış koruyu kıyıdan ayıran güllü mermer¹ taraçalar üzerinde temkinli yürürken, yemlik hamurun elime sinmiş baharlı kokusu çalınıyordu hâlâ burnuma. Yüksekçe son bir kayanın daha yanından dolanıp suyun kelleşmiş sınırına vardığımda pırıl pırıl parıldayan Seyhan’a baktım özlemle. Önüm; yer yer yapışkan andız öbekleriyle kaplı apaydınlık sıcak bir kıyı, ardım ise deliliğinin son demini yaşayan menevşelerle, mayıs papatyalarıyla süslü, böcek vızıltılarıyla şen, serin gölgeli bir koru. Ama küçüklükten bildiğim bu yeşil kıyıyı fikrimce özel kılan şeylerden biri de arada bir haykırışlarıyla karşı merayı ve tüm bu yakayı sahiplenen turaçlardı kuşkusuz. Ovanın bu en güzel kuşunu, yurt tuttuğu suya yakın meşeliklerde bir kez daha duyabilmek nasıl da büyük bir keyifti. Ses verdiği meralarda bir kez daha olta atabilmek ne denli büyük bir haz, nasıl bir imtiyazdı, ah bir bilseniz…
Sırtımdaki yükü indirip iki uzun olta kamışını özenle yasladığım yüksekçe taraçanın gerisine çömelip hazırda getirdiğim kahvemi yudumlamaya henüz başlamışken, tanıdık bir seslenişle dönmüştüm ardıma. Askerden kalma bez çantasına sığdıramadığı zilli olta şişlerinin çıngırtısına aldırmadan köyden bu yakaya yayan inen Nizam Ağabeyden başkası değildi gelen. Yıllardır her müsait zamanda üşenmeden kıyıya inerek birkaç saatliğine de olsa olta atmaktan geri durmayan bu güzel esmer adam, pek sevdiğim Adanalılığını vurgulayan şivesiyle selamlamıştı beni ve suyundakilerin umudu ile geldiğimiz bu güzel kıyıyı. Yine bir sazan seferinde tanış olduğum bu eski heveskârın ahbaplığı her dem sıcak, sohbeti özdü her daim. Şimdi ikimizin olan mekâna yerleşmeden evvel heyecanla sordu:
– Daha yemişler² yetmedi, ne takacan innelere³?
Yok, dedim gülümseyerek.
– Bu sefer kaynamış hamurum, biraz da darım⁴ var. Onlarla deneyeceğim şansımı.
– He… Geçenlerde üç beş aynalı⁵ düşürmüş bizim kirve de darıylan.
– Nerde tutmuş ya aynalıları?..
– Menekşe’nin altında… Çakal deresi tarafında.
Tam zamanında aldığım bu aynalı sazan havadisi heyecanımı daha da arttırmıştı. Az sonra suyla buluşturacağım oltaları bir an önce çatmak için ilkin gölgeliğimi kurmuş, sonra da önümdeki açıklığın çalı çırpısını çekip toplamıştım. İtina ile yemlediğim oltaları suya koyverip kamışları beklemeye bırakmışken, göl üstünden esen ince yelin ferahlığında demlenen çaya paydaştık şimdi.
Yalnızlığın korkusuna inat beni buralara getiren hevesimin ilk zamanlarını; çocukluğumu düşünerek yudumladım çayımı. Sağlı sollu biberliklerin arasından bir başına yollanıp, çoktan gövermiş kara böğürtlenlerin dikenli sarmaşıkları arasından sıyrılarak şu karşı kıyıya vardığım ilk gün hâlâ hatırımda. Elimde olta, boyumu aşan hasır otlarının önü sıra kavruk tozaklar arasında ki ötleğenlere bakınarak kıyılıyordum da, uzun gagasını göğe dikip bir berdi duldasına susta durmuş o balabanı fark ettiğimde nasıl da irkilmiştim apansız. Sonra ikindiye değin yanıbaşında ilk kızılkanatlarımı yakalamıştım da yarenliğine karşılık hepsini kıyıda bırakmıştım yakaladıklarımın – safiyane bir ümitle belki yer diye… Çocukluk işte!..
Küçük işlerdi gördüğüm, tuttuklarım da ona keza; ama nasıl da eğlenmiştim o gün, daha oltama hiç gelmemiş o iri sazanların şu bilmediğim suyunda. Tüm ova hasat telaşındayken ve henüz dallarında yemişleri varken yabani incirlerin, gün batımının turuncu ışıklarında uzayan gölgeme güvenip yeniden gelmek ümidiyle ayrılmıştım güllü mermer taraçalarla çevrili o yakadan. Çocukluğumun o en güzel, o en tenha kıyısından…
Oysa onca yılın ardından yine bu kıyıda durmuştum işte! Oltasına gelecek pullu misafirlerin heyecanını güç bela dizginleyip sudaki her titreşime dikkat kesilmişken, artık yıllanmış tüm bu anılarımın üzerinden acemice olta atarak hâlâ ilk balığını bekleyen o küçük çoçuğun bir adım gerisindeydim sadece. Her yeni atışıyla ne yaptığını biraz daha kavrayan, her yeni tuttuğuyla eğlenip zamanı tükenmeyen bir su kıyısında dolanan, o hevesli çocuğun bir adım gerisinde… Neyi tutacağının merakıyla çömelip sessizce bekleyen o çocuğa karşılık, onun tuttuklarına özlem duyan bir erginin sessizliğiydi şimdi içinde durduğum.
İşte!.. Tıpkı o zamanlarda ki gibi gölümün kıyısında oturmuş gelecek olanı sessizce beklemekteydim yine. Bir zamanlar her durgun suyunda yayıldığı gölden yitip vaktiyle ırmak aşağı göçmüş kızılkanatların⁶ ve küçük gördeklerin⁷ hatırına bir bahar başında indiğim şu ücra kıyı, çocukluğumun en güzel yıllarından son yadigârdı bana.
Esenlik verdiği koca bir kentin tozuyla kaplanıp yıllar evvelinden betona zincirlenmiş karşı yakanın kalabalığı uzak görünse de bu kıyıdan; bir kez daha üzerinden geçerek geldiğim tüm o yabani izlerin usulca kaybolduğunu bilmekti canımı sıkıp yüreğimi burkan… Tıpkı kirpi dikeninden yaptığım olta şamandıralarımı apansız batırıp kaçıran çatal kuyruklu, pala bıyıklı canerlerin⁸ ve çilli sirazların⁹ da bu sulardan sessizce kaybolduğu gibi. Oysa, çoktan kuruyup kavlamış tüm o pastel renklerin yabani paletinde, görmeye, dokunup bulanmaya değer nice canlı ve ıslak renk vardı hâlâ. Şu kıyı coğrafyasının çocukluğumdan kalanını resmetmeye onlar da yeterdi zannımca… Elinde oltası, eriştelik sığlıklarda yele kuyruk yüzen sazanların diyarı bu kıyıda gülümsemeliydi çocuğum. Akça karınlı gümüşleri¹⁰, delişmen kızılkanatları ve afili canerleri tekrar görene, yeniden tutabilene kadar her bahar ve her yaz inmeliydi kıyıya. Yine ilk gün ki heyecanıyla yoklamalıydı bir başına erebildiği tüm tenhalıkları. Tıpkı elinde kendinden uzun oltası olduğu hâlde, boyunu aşkın sazlıkların önü sıra yollanıp bir başına indiği o izsiz kıyıda, bir berdi duldasında eğleşirken bulduğu balabanı gördüğü vakit hissettiği heyecanla dönmeliydi hep. Tuttuklarını bulduklarına bırakan, sevmeyi, yemeğe yeğ tutan o çocuğun saflığıyla atmalıydı oltasını suya…
2004 yılının Seyhan’ında 4 Sazan / Adi pullu. Cyprinus carpio Linnaeus, 1758
Esen rüzgâra rağmen güneşin hükmüne giren kıyıda misinaların boşluğunu alarak oltaları bir kez daha yerleştirdikten sonra yapılacak en iyi şeyi çocukluktan öğrenmiştim: Kıyı ardındaki koruluğa çekilip pürlerle döşeli serin toprağa uzanarak –gölgede serpilmiş menevşelerin sevecenliğinde– dingin kıyıları seyreylemek… Gamsızlık değildi ancak, tüm tekilliğimle hazza ermekti bu ve çok sürmezdi sefası. Sürmedi de.
İşte! Geriliyordu yine misinam ve gülümsüyordu o çocuk, oltasına düşen ilk balığın tarifsiz sevinciyle.
Güllü mermer¹: Konglomera kayacı
Yemiş²: Çukurova ağzıyla incir
İnne³: Çukurova ağzıyla olta iğnesi
Darı⁴: Çukurova ağzıyla mısır, mısır tanesi
Aynalı⁵: Balıkçı ağzıyla iri pullu bir sazan varyetesi
Kızılkanat⁶: Kızılkanat balığı
Küçük gördek⁷: Küçük gördek balığı
Caner⁸: Bir bıyıklı balık türü
Siraz⁹: Siraz balığı, aptalca
Gümüş¹⁰: Gümüş balığı
Bahadır Çapar
Mayıs 2005, Adana